Yorgo, ‘Onlar gibi bir kadınla evleneceğim,’ der. Demedi. Onların peşi sıra sahile ineriz. İnmedik. Bir şey söyleyecek sanki. Ayakta, bakışlarım bizden gitgide uzaklaşan ve rüzgârla savrulan saçlarda sabırsız bekledim. Kolumdan çekti, oturttu beni. Gözlerimin içine baktı. Yüzünde koskocaman bir sevinç. Kulağıma eğildi. Fısıldadı… ‘Bisiklet’

Benim hiç bisikletim olmadı

YAZ. Mahalle her zamanki sabahlarından birine uyanıyor. Ben her zamanki gibi, sütçü Şahabettin’in eşeğinin anırtısına. Biraz sonra evi saracak süt kokusunun işareti bu. Ve sokağa çıkabilmemin anahtarı olarak önüme konacak koca bir bardağın habercisi.

Onca yıl sonra, ola ki bir eşek anırtısı duyacak olsam o süt kokusu burnuma gelir hâlâ.

Yüzümü yastığa gömerek mırıldanıyorum…

‘Delikanlım sütünü içti mi’.

Koca Arnavut korkutucu bir ton vererek yüksek sesle soruyor… ‘Delikanlım sütünü içti mi’.

Ahşap, yaşlı evimiz gıcırdıyor sanki o konuşurken.

Dönüyorum yatakta ve mırıldanıyorum… ‘İçti içti, sen merak etme Şahabettin Efendi’.

Evin gıcırtısı artıyor.

Annem ve ninelerim hep bir ağızdan haykırıyorlar çünkü… ‘İçti içti, sen merak etme Şahabettin Efendi’.

Hermine Teyze de katılıyor bu koroya. Doğrulmaya çalışırken mırıldanıyorum… ‘Aferin ona, aferin ona’.

‘Aferin ona, aferin ona’. Sesi yumuşamıştır. Artık o da, sütü korkusundan içmediğimin farkında olmalı eskiden olduğu gibi. Ama sabahın o anı vapur, kuş, uğurlama, köpek, telaş, kadın sesleriyle her gün tekrarlanan bir ibadet sanki hepimiz için.

Kulak kabartıyorum, bekliyorum.

Nal ve güğüm sesleri uzaklaşırken noktayı koyuyor… ‘Yorgo da içti’.

Yataktan çıkmamın zamanıdır işte.

Yorgo. Yorgo, benden birkaç yaş büyük, ağabeyim, sırdaşım.

İşe gidenler şakalaşarak Rumelihisarı’nın yokuşundan akıp, iskelede sigaralarını yakmış olmalılar vapuru
gözlerken.

Yorgo, bahçe duvarının dibinde bağdaş kurmuş, küçük çakısıyla sapan yontuyordur beni beklerken.

Dudaklarımda süt izleri, kendimi dışarı atıyorum. Evin kadınları sesleniyorlar… ‘Aman Yorgo, bizimki sana emanet’.

Bu da sabah duasının bir parçası.

Yorgo gülümsüyor. Elini omzuma atıyor. Seviniyorum. Hep olduğu gibi. Birlikte yürümeye başlıyoruz. Halimpaşa’ya çıkan patikaya dönüp yatırın önüne gelir gelmez bir koşudur tutturuyoruz deli gibi.

Yorgo gülümsüyor. Elini omzuma atıyor. Seviniyorum. Hep olduğu gibi. Birlikte yürümeye başlıyoruz. Halimpaşa’ya çıkan patikaya dönüp yatırın önüne gelir gelmez bir koşudur tutturuyoruz deli gibi.

Korunun kıyısında yaşlı bir köşk var. Gizemli. Tek başına. İçinde iki genç kadın, babalarıyla birlikte yaşıyorlar. Hemen orada bir çam ağacının dibine oturuyoruz. Çitlembik, çam fıstığı topluyoruz. Gözümüz pencerelerde. Biraz sonra gözükürler, ağaçlara doğru gülümserler, bizi fark edip el sallarlar. Gül şerbeti isteyip istemediğimizi sorarlar. Ardından onlar da aşağılara akarlar. Topuklu ayakkabılarının taşlı yollarda çıkardığı seslere puhu kuşlarının ötüşü karışır.

Yorgo, ‘Onlar gibi bir kadınla evleneceğim,’ der. Demedi. Onların peşi sıra sahile ineriz. İnmedik. Bir şey söyleyecek sanki. Ayakta, bakışlarım bizden gitgide uzaklaşan ve rüzgârla savrulan saçlarda sabırsız bekledim. Kolumdan çekti, oturttu beni. Gözlerimin içine baktı. Yüzünde koskocaman bir sevinç. Kulağıma eğildi. Fısıldadı… ‘Bisiklet’.

Bisiklet…

Bisiklet evet…

Nasıl yani…

Uzun süre bir nakarat gibi bunu tekrarladık karşılıklı. O, bendeki heyecanı ve sevinci çoğaltmak ister gibi.

Hani ‘çok pahalı’, hani ‘bu yokuş mahallede ne yapacaksınız zaten bisikletle’.

Her şeye rağmen hiç vazgeçmediğimiz bir hayal bu. O çam ağacının dibinde gül, kimi zaman da gelincik şerbetimizi içerken büyümenin, ötelere gitmenin, başka hayatlara karışmanın bir düşü. Bisiklet.

Kolej lojmanlarında yaşayan Amerikalı hocaların çocuklarında var tek. Garip duygular yaşıyoruz
onlarla karşılaştığımızda. Yabancılar. Sanki sadece onlara ait bazı şeyler… Buz, misket. Ama o yaz, Kandilli Kız Lisesi izcilerinin bisikletlerle Aşiyan kampına gelişleri rüyalarımıza girmişti.

‘Babam, çalıştığı torna atölyesinde kendi yapıyormuş. Hurda bisiklet parçaları toplarmış meğer. Akşamları
çalışmak için patronundan izin almış. Mamam söyledi dayanamayıp. Bize sürpriz yapacakmış. Bildiğimizi belli etmeyeceğiz. Arkasına da senin için oturak yapıyormuş.’

Kanatlandık denize doğru. Hulusi Dede, Saraylanım, Aydan-Mesude kardeşler, Rita Abla, Muzaffer Dayı, Anna, karakoldaki polisler, Hayim Amca, Laz Bakkal, eczacı Arsen Bey, Kadriye Teyze, Robert, Şoför Halit Ağabey, Çımacı Yusuf…

Hiçbirinin seslenişi, şaşkınlığı yetişemedi ardımızdan. İskelenin yanından suya fırlattık kendimizi. Sevincimizi bir sır olarak denize karıştırdık.

Ah… Ne güzel bir yazdı o. Rumelihisarı’nın ağabeyleri, çocukların rahat yüzmeleri için çekek yerine benzer biraz da havuz gibi bir alan yapmışlardı kıyıya. İskeleden atlayıp oradan çıkabiliyorduk. Bayram olmuştu o bize. Bir de işte bu bisiklet sevinci.

Artık dönüş saatleri iskelede oluyoruz. Vapur mahalleyi selamlayarak yanaşıyor. İşten dönenler kıyıdaki halkalarına sabah bağladıkları ıstakoz sepetlerini çekiyorlar önce. Kimin sepetine ne balık dolduysa…

Bizim gözümüz Kosta Amca’da. O ve babam, anlam veremeseler de mutlular çocukları tarafından beklenir olmaktan, birlikte çıkıyoruz yokuşu. Kimi zaman vapurdan inenlerin arasında olmuyor Yorgo’nun babası.

O sabah yine dudaklarımda süt izleri, bahçeye çıktım.

Kadınlar korosu birikip, hazırlandılar.

Yorgo yoktu.

Salamura, turşu, salça, çiroz hazırlıkları… Reçellik meyvelerin toplanması, hamur açmalar… Tavukların yemleri, taşlığın yıkanması… Pembe Nine’nin kahvesi, Melek Nine’nin namazı, komşu sohbetleri…

Her şey meraka durdu.

Hep birlikte beklemeye başladık.

Derken benim binlerce soruyla ummak istediğim ama koroyu çeşitli nidalar karmaşasına sürükleyen o görüntü belirdi. Yorgo, kıpkırmızı. Kıpkırmızı. Kıpkırmızı bir bisikletle, kıpkırmızı bir bisikletle geldi durdu önümde.

Ve göz kırptı.

Kadınlar korosu bir orkestranın akort sesleri gibi, nidalarını ve kelimelerini toparlamaya çalıştı… ‘Kırmızı, bisiklet, Halimpaşa top sahasında, orası evet, evet, kırmızı, Baltalimanı Çayırı da, bisiklet, orada olur, pazarları, evet babaları, Küçüksu Çayırı da var, Kosta mı, diyorlar ya, iyi tornacıymış, güzel ama…’

Yorgo seleye oturdu, bacaklarıyla iki yandan desteğe aldı bisikleti, ben oturağa yerleştim. Koy verdik kendimizi denize doğru. Taşlı yolda hoplayarak giderken çoğalan kahkahalarımız ve çığlıklarımız kadınlar korosunu ve bağrışmaları duyulmaz kılmıştı bile.

Artık,

Bütün itiraz ve korku hikâyelerine rağmen, sabahlarımız Yorgo’nun çıngırak sesiyle başlıyor. Çıngırağın sesi bile kırmızı. Kadınlar korosunun ‘Yorgo, evladım, bizimki sana emanet’lerini endişeli, çaresiz cümleler tamamlıyor. Melek Nine’nin namazı kaza bela duala dualarıylabitmek bilmiyor.

Kan ter içinde Halimpaşa’ya tırmanıyoruz. Çeşitli akrobasi hareketlerimize şerbetin yanı sıra alkışlar ekleniyor. Onların topuk seslerine ve gülümserliklerine fren gıcırtılarımızla eşlik ediyoruz.

Aşiyan, Bebek, Aşiyan, Hisar arasında rüzgâr olmaya çalışırken Yorgo’nun soluk soluğa hâlini mahalle ağabeylerinin uyarıları kesiyor. Konu, başımıza bir şey gelmesi olasılığı. Belli ki annem devrede. Keyfim yerinde oysa. Yorgo’nun sırtından süzülen terleri izliyorum. Başımı sağa sola yaslayıp rüzgârı hissediyorum. Sahil yolunda herkes bizi selamlıyor.

Bebek Sütiş’te keşküllerimiz bedava.

Gelecek yıl biraz daha uzayıp pedallara yetişecek hâle gelince Yorgo, öğretecek binmeyi. Belki de Baba Kosta bir tane de bana yapar. Ne renk yapar acaba. Ama bisiklet kırmızıdır. O zaman işte, bir gün bisikletlerimizle dünyayı da dolaşmaz mıyız. Stella, Ayşe… Onlar da gelmez mi, bizimle, büyümüş olacaklar.

Denize atıyoruz kendimizi. Bisikletimiz bütün kırmızılığı, parıltısı ve ihtişamıyla öylece bekliyor yüzerken.

Ah… Ne güzel bir yazdı o.

Sonbahar.

O gün.

Annemle hazırlandık. Beyoğlu’na gideceğiz. Yorgo yoktu. Aklım Atlantik’te yiyeceğim sosisteydi. Kasada duran sert bakışlı, çatık kaşların altında hafif bir gülümseme belirecek beni görünce… ‘Ya to pedimu her zamankinden,’ diyecek. Belki ona Yorgo’yu anlatırım. Kırmızı bisikletimizi…

Yorgo yoktu. Genellikle bizimle yürür, uğurlardı.

Mahallede garip bir sessizlik.

Otobüs beklerken, annemin ‘neden kimse selam vermiyor’ dediğini hatırlarım. ‘Bayram değil seyran değil, neden dükkânlar kapalı’.

Sonra işte o Beyoğlu fotoğrafı. Paramparça… Paramparça cennetim, çocuk aklıma sığdıramadığım.

Bir süre yürümeye çalıştık bata çıka. Cam kırıklarının, kumaş yığınlarının, dumanların, hurdaların, askerlerin arasından. Dükkânların önünde başları ellerinin arasında kıpırtısız kimi insanlar.

Annem de belli ki anlayamamış olmalı bu hâli. ‘Geçmiş olsun’ diyor, ‘vatan sağ olsun’ diyorlar. Gözleri boşlukta. ‘Geçmiş olsun, vatan sağ olsun’.

Daha fazla ilerleyemedik.

Ondan sonrası hafızamda karanlık. Mahallenin üzerine sessizlik yığılmış gibi… Bazı mırıltılar dolanıyor belli belirsiz. Fısıltılar, iç çekmeler, ağlamalar. Yine fısıltılar.

Sessizliğe uyandım. Ne eşek anırtısı, ne güğüm tıngırtısı. Merakla kalktım. Süt de kokmuyor ev. Kadın korosu nemli
gözlerle bana bakmakta sadece. Hermine Teyze’yi aradı gözlerim, yok içlerinde. Biri ‘Yorgo gelmeyecek’ deyiverdi. Dudaklarından çıkan kelimeleri geri almak istercesine cılız, titrek.

Uzun bir sessizlik.

‘Ama sana bir şey bırakmış’.

Gülümsemeye çalışıyor olmalılar.

Hep birlikte bahçeye çıktık. Bütün parmaklar o şeyi, göstermekte… Kırmızı bisiklet.

‘Bak bir de not yazmış sana…’

‘’Beni unutma sakın Yorgo’’

Benim hiç bisikletim olmadı.