Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi, 75 yıl önceki “Avrupa merkezli evrenselliğinin” izlerini taşıyan eksik ve çağdışı bir metin. Her ne kadar kusurlu da olsa küresel insan hakları devrimine katkısı hâlâ çok büyük.

Beyannamenin 75. yılı
Gazze’de yaşananlar, beyannamede yazılı temel hakların meşruiyetini sorgulatıyor. (Fotoğraf: Depo Photos)

Emad MOUSSA

Geçen hafta Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’nin (UDHR) imzalanmasının 75’inci yılıydı. Yıldönümü, rahatsız edici bir zamanlamaya sahip çünkü Birleşmiş Milletler (BM) üyesi ülkeler insan hakları ihlallerine imza atmakla kalmıyor, beyannamede yazılı temel hakların meşruiyetini dahi sorguluyor. Bu yüzden, UDHR’nin halen “önemli” bir belge olup olmadığına bir göz atalım.

BM İnsan Hakları Komisyonu’nun UDHR’nin ilk taslağını hazırlaması iki yıl sürmüştü ve belge 1948 yılının Aralık ayında BM Genel Kurulu’nda onaylandı. Beyanname, bir tür “iyi niyet belgesi” olarak tasarlanmış, böylelikle İkinci Dünya Savaşı’nda yaşadığımız türden kitlesel terör ve şiddet olaylarına gelecekte engel olunması amaçlanmıştı.

Dünyanın “en çok dile çevrilen” belgelerinden biri olan Beyanname, kimsenin mahrum bırakılamayacağı 30 temel hak ve özgürlükten bahsediyor.

Bu haklar arasında yaşam hakkı, aile kurma, insan onuru, hürriyet, düşünce ve vicdan özgürlüğü, işkenceden korunma gibi temel haklar tanımlanıyor. Tanımlanan haklar tüm kültürlerin, dinlerin ve felsefi geleneklerin değerleri üzerine kurulmuş, Amerikan ve Fransız devriminde yaşananların yanı sıra Haiti’de yaşanan köle ayaklanmaları, emekçi hareketleri, feminizm, anti-kolonyal hareketler ve apartheid karşıtı hareket de hesaba katılmıştı.

Beyanname metni halen ulusal ve uluslararası insan hakları yasaları ve standartları için “referans belge” görevi görüyor.

BOŞ LAFLAR MI?

Kulağa her şey güzel geliyor. İdealist ve ümit vaat eden bir plan. Beyanname o günlerde gerçekten de önemli insan hakları hareketlerine önayak oldu ve insanlık tarihinin en önemli sosyopolitik dönüşümlerine imkan tanıdı.

Bardağın dolu yarısına bakacak olursak, bağlayıcı bir belge olmamasına rağmen UDHR’nin devletlerin ve devlet dışı oyuncuların davranışlarına halen yön verdiğini söyleyebiliriz.

Belge bir dizi kuralın çerçevesini çiziyor, uluslararası oyuncuların davranışlarının bir nevi “reçetesi” görevini görüyor. Hem kurumlar, hem kişiler “kabul edilemez” davranışların ifşası ve eleştirisini yaparken, ulusal ve uluslararası sistemlerin “çifte standartlarını” eleştirirken yine bu belgeye atıf yapıyor.

Tabii bardağın bir de boş yarısı var. Uluslararası sisteme dair düş kırıklıklarımızın çoğu işte burada bulunuyor.

Beyannamenin yaptırım gücü yok. Belgenin etkinliği ya da etkisizliği, genellikle ihlaller ile suçlanan devletin işbirliğine “yanaşması” ya da “yanaşmaması” tarafından belirleniyor.

Vestfalya prensiplerine göre tanımlanan egemenlik anlayışı, devletlere kendi yurttaşlarına ne gibi hak ve özgürlükler tanıyacaklarını kendileri belirleme hakkı tanıyor.

Bahsi geçen temel haklar bir devletin siyasi ya da ideolojik dünya görüşüyle örtüşmediğinde, genellikle sorun çıkıyor. Kişi ya da gruplar haklarından tamamen mahrum bırakılmasa bile bir tür “haklar hiyerarşisi” durumu ortaya çıkıyor. Yani bazı gruplar tüm temel haklarına eksiksiz şekilde erişebilirken aynı sistemin içinde yer alan diğer gruplar haklarından mahrum bırakılabiliyor.

VAATLER VE KUSURLAR

Örneğin, İsrail’i ikiye bölen “etnik ayrımı” düşünelim. Yahudi yurttaşlar tüm haklarına erişebiliyor. İsrail vatandaşı Filistinliler bazı haklarına erişmekte zorlanıyor, İsrail kontrolündeki Batı Şeria ve Gazze’deki Filistinliler ise temel haklarının çoğundan mahrum bırakılıyor.

Bardağın dolu tarafını görmekten hoşlananlar, UDHR bağlayıcı olmasa da tüm maddelerinin devletler tarafından tanındığını ve tartışma konusu edilmediğini söylüyorlar (örn. yaşam hakkı, aile kurma hakkı, hürriyet ve vicdan özgürlüğü gibi). Böylelikle bu haklar uluslararası teamüllerin bir parçası oluyor ve uluslararası bir “zorunluluk” haline geliyor.

Fakat bu iyimser bakış açısı, ihlalde bulunan kişi, grup ve kurumların nasıl “cezalandırılacağına” dair evrensel bir reçete sunmuyor. Siyasi çıkarlar, çok boyutlu uluslararası ilişkiler ve gücün tekelleşmesi gibi olgular, ihlallere verdiğimiz tarafgir tepkilerin zemini oluyor. Örneğin, Suriye’yi cezalandırıyor, ama İsrail karşısında kılınızı kıpırdatmıyorsunuz. Ukraynalı sivilleri öldüren Rusya’ya yaptırım uyguluyor, yüz binlerce Iraklı ve Afgan’ın ölümünden sorumlu olan ABD’ye dokunmuyorsunuz.

Diğer bir endişe kaynağı da, Beyanname’nin yalnızca kişilerin haklarına yoğunlaşıyor ve grupların hakları hakkında tek bir kelime etmiyor olması. Bu durum, Beyanname’yi kitlesel hak ihlalleri konusunda etkisiz hale getirebiliyor. Cenevre Sözleşmesi ya da Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi mekanizmaların çatışma ve soykırım gibi durumlarda bu gibi boşlukları dolduran bir işlev üstlenmesi bekleniyor. Fakat bu mekanizmaların da uygulanabilirlik ve “çifte standart” gibi farklı sıkıntıları var.

Meseleye farklı açılardan bakanlar da var. Örneğin, ihlallerin yalnızca birey ölçeğinde değerlendirilmesinin, suçsuz kişilerin “mensubu oldukları” grubun suçlarından ötürü cezalandırılmasını önlediği söyleniyor. Aksi takdirde “toplu ceza” uygulamaları riskiyle karşılaşacağımız uyarısı yapılıyor.

Bardağın boş tarafını görenler ise Beyanname’deki “evrensellik” kavramının eksik olduğunu, kapsayıcılık iddiasının aslında bir “efsaneden” ibaret olduğunu söylüyorlar. UDHR, kendi maddelerinde çerçevelenen kavramların dışında kalan kişileri o ya da bu şekilde “kapsam dışı” bırakıyor.

ESKİ DÜNYANIN METNİ

Eleştirel tarafta yer alanlar, Beyanname’nin azınlıkların temel ve kültürel hakları konusunda eksik kaldığını söylüyorlar. Bu yüzden bu gibi azınlık grupların etnik ya da kültürel açıdan önem arz eden hakları da “temsil edilmemiş” ya da “koruma altına alınmamış” oluyor.

Eleştirilere konu olan diğer bir detay da UDHR belgesinin “çağ dışı” dili. Kullanılan dil itibarıyla “erkeklerin” yaşam ve deneyimleri merkeze konuyor, kadınların ihtiyaçları ve deneyimleri görmezden geliniyor. Belge yalnızca “erkek-egemen” kamusal alandaki haklardan söz ediyor ve kadınların sık sık zarar gördüğü “özel yaşam” alanlarından bahsetmiyor.

Karşı tez olarak şunu söyleyebiliriz; UDHR imzalandığında BM’nin yalnızca 51 üyesi vardı ve bugün 193 üyesi var. Anlaşma yürürlüğe girdiğinde Afrika ve Asya’nın birçok bölgesinde halen kolonyal rejimler hüküm sürüyordu. “Evrensellik” bu yüzden “Avrupa-merkezli” bir anlayış üzerine kuruluydu ve UDHR belgesinde halen bu olgunun izlerini görüyoruz.

UDHR belgesi kendi döneminin, 75 yıl öncesinin izlerini taşıyor. Belge yazıldığında bambaşka bir dünya düzeni vardı. Tabii ki eksikleri var; değinmekte eksik kaldığı tekil konular ve temel haklara dair eksik başlıklar var.

Fakat dünyada yaşanan insan hakları devrimine yaptığı katkılar açısından önem taşıyor. Günümüzün ulusal ve uluslararası insan hakları hukukuna çerçeve olan birçok bağlayıcı uluslararası anlaşmaya zemin oldu.

UDHR belgesinde ortaya konan idealler olmaksızın herhangi bir “uluslararası insan hakları” sisteminden söz etmemiz dahi güç olurdu.

Çeviren: Fatih KIYMAN

Kaynak: The New Arab