Haneke çok, çok derin bir adam izlenimi veriyor ama pek o kadar da anlamlı şeyler söylemiyor. Çok usta bir sinemacı

Haneke çok, çok derin bir adam izlenimi veriyor ama pek o kadar da anlamlı şeyler söylemiyor. Çok usta bir sinemacı olduğuna şüphe yok Altın Palmiyeli yönetmenin. Oyuncu yönetimi mükemmel, mizansenler, kadrajlar çok iyi… 'Beyaz Bant'ın teması da ağır mı ağır! Filmin tarihe ışık tutma iddiası daha en başta açıklanıyor zaten. Evet, bu büyük iddia, olabildiğince alçakgönüllüce seslendiriliyor; bilgiler eksik deniliyor, kulaktan dolma deniliyor ama iddia yine de orada duruyor!
Filmin konusu 1910’ların başında, Almanya’nın kuzeyindeki Protestan bir köyde geçiyor. Filmin bir anlatıcısı var: köyün öğretmeni. Öğretmen filmin konu aldığı yıllarda henüz genç ve bekâr. Otuzlu yaşlarının başında. Fakat anlatıcının sesi çok yaşlı, yani öğretmen bize bu olayları, üzerlerinden bir çok şey, özellikle de birinci ve ikinci dünya savaşları geçtikten sonrasını anlatıyor. Ve göreceklerimizin gelecekte olacak olanlara ışık tutabileceğini söylüyor. Akla bin bir şey geliyor tabii ki, kapitalizmin ve emperyalizmin yol açtığı paylaşım savaşlarına, Almanya’da faşizmin yükselişine, sosyalizmin yenilişine değin acaba ne söyleyecek Haneke bize? Yakın tarihi yeni bir gözle görmemizi sağlayacak ne biliyor? Neredeyse insanlığa dair önemli bir sırrın açığa çıkarılmasını umuyoruz. Beklentimizin büyük olmasını kendisi istiyor Haneke bu açılış cümleleriyle. Dolayısıyla filmden ya “vay canına!” diye çıkacağız, ya da “ee, hepsi bu mu?” diyerek.
TÜM EYLEMLERİN ORTAK YANI: İNTİKAM
Filmde çok sayıda kişilik var ama öne çıkan, derinlemesine kavradığımız herhangi bir karakter yok. Anlatıcı öğretmen dışında üç önemli erkek var: köyün baronu ve köyün rahibi iktidarı temsil ediyorlar. Para ve siyasete baron hakim, ruhlar ise rahibin denetiminde. Onlar kadar olmasa da bir üçüncü iktidar sahibi olarak da doktor geliyor. Bilim de ondan soruluyor. Bu erkek egemen sistemin çevresinde de şu ya da bu ölçüde ezilen kadınlar ve fena halde hırpalanan çocuklar var. Köyde birçok açıklanamayan tekinsiz olay gerçekleşiyor. İki çocuk fena halde şiddete maruz kalıyor, köy doktoru kurulan tuzağa düşüyor ve sakatlanıyor, bir ambar ateşe veriliyor vb. Olayların failleri bulunamıyor. Bir köylü kadının değirmende çürük tahtaların kırılmasıyla düşüp ölümü ve ardından oğlunun intikam almak için yaptığı eylem diğerlerinden, neden sonuç ilişkisinin ve failinin belirgin olmasıyla ayrılıyor. Ama bütün eylemlerin ortak bir yanı var: İntikam amacıyla yapılıyorlar ve tamamen yıkıcı nitelikteler. Dolayısıyla da kötüler. Atalardan başlayıp çocuklarla süren bir kötülük çemberinin içinde olduğumuzu anlıyoruz bir süre sonra. Haneke sınıflar arasında da bir ayrım yapmıyor. Derken Birinci Dünya Savaşı başlıyor. Köy halkı heyecanla karşılıyor savaş haberini.
SEYİRCİYLE ARAYA MESAFE KOYMAK
Babalarının acımasızlığına tepki olarak acımasız eylemler yapan çocuklarla iki dünya savaşı, Almanya’da Nazizmin yükselişi filan açıklanabilir mi? Bu baba-çocuk sarmalıyla tarihsel olaylara ışık tutma iddiası çok yüzeysel; çok derinmiş gibi görünmesine aldanmayın lütfen. Baba-oğul ilişkisinin önemsiz ve sonuçsuz olduğunu söylemiyorum tabii ki. Ama tarih bu perspektiften açıklanamaz. Çoktan önemini yitirmiş feodal ilişkilerle, kapitalizmin savaşları arasında neden sonuç ilişkileri kurulamaz. Kaldı ki filmin kendi mantığı içinde de saçma şeyler var. Baronun oğlu Sigi, kendisine işkence yapanları neden açıklamıyor mesela. Ya da Sigi ikinci defa şiddete maruz kaldığında, bir önceki eylemin faillerinin kimler olduğu neden anlaşılmıyor, gibi...
Minimalizmle, seyirciyle araya mesafe koymayla da ilgili söyleyeceğim birkaç söz var. Seyirciyi manipüle etmeme kaygısıyla önümüze konan tiplerden, modellerden sıkılıyorum. Doktor, rahip, feodal bey gibi tarihsel tipler değil, karakterler görmek istiyorum sinemada. Seyirciyi manipüle etmemenin yolu anonim tipler çizmek olmamalı!
Haneke, büyük bir yönetmen ama hedefleri boyundan daha büyük olduğu için yapabileceğinin çok altında işler çıkarıyor. İnsanlığa dair değil, insanlara dair filmler yapsa çok iyi bir yönetmen olabilecek. Yine de Haneke’nin, yaşlandıkça yumuşama emareleri göstermesini, sevebileceğimiz tipler çizmesini olumlu bir gelişme olarak görüyorum. Haneke, bir önceki filmi ‘Saklı’da da 6 yaşındaki bir çocuğun kötülüğünden söz etmiş, o çocuğun kötülüğüyle Fransa-Cezayir ilişkilerine ışık tutmaya çalışmıştı. O filmi de beğenmemiştim ve ender bir şey olmuş, okurlarımdan eleştiri e-postaları almıştım. Ne yapayım, Haneke benzer şeyler söyledikçe ben de benzer eleştiriler yazacağım. Bence geçen yıl Cannes’da büyük ödülü 'Beyaz Bant' değil 'Parlak Yıldız' hak etmiş ki o da bu hafta gösterime giriyor.
PARLAK YILDIZ: Yaşasın aşk!
“Tanrı iyi ki kadını yaratmış!” Bu sözcükler nereden baksanız ağzıma yakışmıyor. Birincisi, tanrıya inanmıyorum. İkincisi, cümle sanki asıl olan erkekmiş de, o erkek için bir de kadın yaratılmış gibi bir izlenim veriyor. Ama 'Parlak Yıldız'ı izlediğimde filmin baş karakteri olan Fanny Brawne’a (Abbie Cornish) aşık oldum ve film boyunca girişteki cümleyi geçirdim aklımdan. Hiçbir film karakterine belki de aşık olmadığım kadar aşık oldum Fanny’ye. Onun âşık oluş haline aşık oldum, aşkını yaşayışına, aşkı için mücadele edişine, acı çekişine, kadınsı yumuşaklığıyla, gururlu dik başlılığına, kararlılığına, merakına, öğrenme çabasına aşık oldum. Şair John Keats, Fanny’ye boşuna “Parlak Yıldız” dememiş, filmdeki Fanny gerçekten gözümüzü alamadığımız parlak bir yıldız. Hayır, Abbie Cornish en güzel kadın oyunculardan biri falan değil. Ama bu filmdeki performansı muhteşem.
Bu hafta tarihsel filmler haftası. 'Beyaz Bant'la yüz yıl geriye gitmiştik, 'Parlak Yıldız' bizi iki yüz yıl geriye, yoksul Romantik şair John Keats’in hayatının son yıllarına ve dönemin Londra’sının Hampstead köyüne götürüyor. Fakat filmin merkezinde Keats değil, Fanny var. John Keats’le, Fanny Brawne tesadüfen komşu oluyorlar önce. Fanny modaya düşkün, dans etmeyi seven bir kız. Şiirden de pek anlamıyor. Ama dürüst, açık ve meraklı kişiliği onu Keats’e yöneltiyor.
Keats yoksul, kitapları satmıyor ve üstelik dönem ince hastalık dönemi. 'Parlak Yıldız' pek özetlenebilecek, anlatılacak bir film değil. Aşık olmak gibi bir şey. Aşık olma duygusunun, halinin sinemadaki en iyi ifadelerinden biri. Öykü anlatımı bazen zorlayıcı ama olsun. En azından seveceğiniz birkaç anı olacaktır. Campion mu, Haneke mi derseniz ben her zaman Campion derim! Kaçırmayın.
YEŞİL BÖLGE: ABD yalanları
Yeşil Bölge, ABD’nin Bağdat içinde kurduğu şehir içindeki şehre verilen ad. Dışarıda, sefalet hüküm sürer ve kan gövdeyi götürürken Amerikan askerleri adeta bir tatil kentindeymiş gibi yaşıyorlar bölgede. En azından 'Yeşil Bölge' filminde kısaca gördüğümüz kadarıyla durum böyle. Ama film neden bu adı almış tam bilemiyorum çünkü filmin derdi bu bölge değil. Filmin hikâyesini, ABD’nin Irak’ı işgal etmek için ortaya attığı 'kitle imha silahları'nı (KİS) araştıran bir kahraman Amerikan çavuşunun yaşadıkları oluşturuyor. Kahraman çavuş, kendisine söylenenlere inanmış sade ve dürüst Amerikalıyı temsil ediyor. “Ah nerede vah nerede, nereye de koymuşlar KİS’leri acaba?” diye araştıra dursun çavuşumuz, sevimli ve tecrübeli bir CIA ajanı da ona yardım etmeye başlamıyor mu? Ortalık iyi CIA elemanlarıyla kaynıyor zaten ('Syriana', 'Yargısız İnfaz' vb.) Meğerse kötüler Pentagon içinde birileriymiş, o kadar. ABD medyası mı? Onlar da kandırılmış canım! Tabii acele ederek hata etmişler ama niyetleri iyi. Petrolün sözü bile edilmiyor film boyunca. Yani kötü Amerikalılarla iyi Amerikalılar geleneksel mücadelelerine saha olarak Irak’ı seçmişler bu kez, bizim anlayacağımız. Mesele bundan ibaret! Filmin yönetmeni Paul Greengrass’i dövmek istiyorum. Tam bir aptal olsa umursamayacağım ama maalesef adam tam bir aptal da değil. Bu saçmalığın içine, “Irak’ta ne işimiz var?” gibi sorular da soktuğu için, sıkı bir dayağı hak ediyor kendisi.