Beyaz Karanfil-I
TACİM ÇİÇEK
Koğuşa yeni gelen mahkûm, “geçmiş olsun” diyenlere karşılık verirken; bir yandan da gözlerini başında bir şey taşıyormuş gibi dolaşan ve taşıdığı şeyi düşürmemek için de çok dikkatli davranan cılız gençten ayıramıyordu. Cılız genç bir adımlık ara kalınca durdu. Ceketinin cebinden plastik küçük bir bardak çıkardı. Plastik bardağın kapağını açtıktan sonra yeni mahkûma uzattı. “Al,” dedi, “karanfilime suyunu sen ver!”
Mahkûm şaşırdı. Ranzaya birlikte oturduğu Militan Ressam’a, Yüreği Sevgiselli Çocuğun Babası’na, Zafer’e, Selim’e, Film Kahramanına Benzeyen Mahkûm’a baktıktan sonra,
“Ne karanfili kardeşim,” dedi, “Ne demek istiyorsun git başımdan ya!”
Bitişik ranzadaki sarışın ve ışıltılı gözlü mahkûm atıldı. Ondan bardağı aldı.Elinden tutup onu biraz öteye götürdü.
“Kendin sulasan karanfilini olmaz mı?” dedi, “Bak korkuttun yeni arkadaşımızı, ayıp oluyor ama Sevdalı.”
“Karanfilimi kendim sulayamam ki!...”
“Niçin ama?!”
“Bir sakarlık yaparım sonra…”
“Bak Sevdalı,” dedi, “hepimiz birbirimize benziyoruz. Sıkıntılarımız, düşündüklerimiz beklediklerimiz, ümitlerimiz var. Bu yüzden bir günümüz bir günümüze benzemiyor. Karanfiline zarar verebiliriz…”
“Daha açık konuş benimle” dedi Sevdalı, “söylediklerinden bir şey anlamadım!...”
“Gün olur birimiz karanfiline çok ya da az su veririz. Her iki durumda da karanfilin zarar görür, ama kendin…”
“Hepiniz benden çok akıllısınız,” dedi onun sözünü keserek, “böyle hata yapmazsınız hiçbir zaman… Ama ben…”
“Öyle söyleme, sen karanfiline daha iyi bakarsın Sevdalı.”
“Olmaz!” dedi bağırarak, “Ben bir saksıyım! Sadece içimdeki karanfili görüyorum. Saksıların içindeki çiçeklere su verdiği görülmüş müdür?! Hepiniz yaşama pamuk ipliği ile belki de çelikten iplerle bağlısınız, ama ben karanfilimle bağlıyım hayata. İçinde çiçek bulunmayan saksılar ne işe yarar söyler misin?! Bir dalgıç için oksijen tüpü ne denli önemliyse benim için de karanfilim o denli önemli… Bu koğuş içine düştüğüm deniz, ben de bir dalgıcım. Karanfilim de oksijen tüpüm. Denizden ne vakit çıkacağım belli değil ki! Karanfilimi taşımak ve korumak zorundayım…”
“Biz de sözünü ettiğin denizin içindeyiz ama…”
“Hayır!” dedi bağıra çağıra,” beni hiç kandıramazsın. Boşu boşuna dil dökme e mi, karanfilimi sula!”
Jiletle kazınmış saçsız kafasını uzattı. Sarışın mahkûm bardaktaki suyu başından aşağı döktü. Gözleri parladı. Mutlu oldu. Güldü. Yeni mahkûma elini uzattı.
“Hoş geldin ağabey!” dedi, ranzasına gitti. Koğuştakiler gördükleri olağan bir şeymiş gibi sakindi. Yeni mahkûm içten içe hem gülüyor hem de gördüklerine bir anlam vermeye çalışıyordu.
Komün sorumlusu Militan Ressam, yeni mahkûmun ranzasının kenarına oturdu.
“Gülmemek için kendini zor tuttun değil mi arkadaşım?” dedi.
“Evet. Peki nasıl anladın bunu, yoksa beni mi gözetliyordun çaktırmadan ?” diye karşılık verdi.
“Hayır,” dedi, “öyle bir şey yapmadım. Bakışların seni ele verdi arkadaşım. Üzülmene gerek yok. Zamanla ona alışacaksın, bizim alıştığımız gibi. Dişlerini birbirine kenetleyip içinden salıvermek istemediğin kahkahalara karşı barikat kurmayacaksın, inan.”
“O,” dedi yeni mahkûm, “niçin böyle?!”
“Ülkemizin çıkmazlarına, kaosuna neden olarak hep bizi gördüler. Yaşamdan koparmaya çalıştılar bizi bu yüzden. On iki ağızlı, sarı tırpanla, bir eylül sabahı… İçimizde kırlangıçlar da vardı, yuvalarını dönüş için kapatıp kanatlandılar yaban ellere. Serçeydik bizler. Yaşadığımız yerde kaldık. Kimimiz güzün fırtınalarında öldük. Kimimiz yaşanılmayacak yerlere kapatıldık. Kafes kuşları değildik oysa. Kafes kuşları olduğumuza inandırmaya çalıştılar. Baktılar ki olmuyor, gördüler ki vazgeçmiyoruz serçelikten ve sevdalarımızı türküleştirmekten, daha da acılandırdılar yüreklerimizi. Gördüler ki yetersiz kalıyor bütün acı dağıtıcıları, içimizdeki güzellikleri ve direnci yok etmek için başka yöntemler denediler. Görüşmecilerimizi yasakladılar. Karanfil kokan sigaralarımıza el koydular. Soğanlarımızı ezdiler. Hayatla aramıza duvarlar ördüler her türlü. Şiirleri, öyküleri, romanları, haberleri bizden çaldılar. Yine de öldüremediler içimizde filizlenen yaşam gülünü. Kafes kuşlarının renkleriyle çıktılar karşımıza. Yoldular serçe tüylerimizi. Kitap kurdu olduğumuzu bildiklerinden, renkli ve afyonlu kitaplar, kendilerince kutsal kitaplar yığdılar önlerimize. Yıkılmadık. Yılmadık. İçe dönük yaşamların en korkuncunda bile insan, dış yaşamla ilişkinin yollarını buluyor. Olanaksız diye bir şey yok inan. Zor koşulların etkisidir ya da insan kalmak istemenin soncudur, her vakit bir çıkış yolu bulabilmek. Bireysel tutkularımıza, sevdalarımıza, ümitlerimize bile el attılar. Kendimiz olmayalım diye çok çalıştılar. Fakat olmuyor işte. Düşün bir çiçekten korkuyorlar.
Sevdamızın her çabası yüreklerini ağızlarına getiriyor. Çiçekleri bile yiyen bir anlayış, insanın içindeki çiçeklere el uzatamayınca, onları koparamayınca ve “jilet”leyemeyince ne acılar çeker tahmin edebiliyor musun. Bizi başkalaştırmaya çalışan araçların acılarından daha büyük ve daha dayanılmaz bir acı bu. Bu acı onları içten ele geçiriyor her geçen gün. Çünkü küçücük bir sevgi tozunun bile çok kısa sürede onların bütün yaşam alanlarını saracak bir çığa dönüşebileceğini biliyorlar…”
“Bu söylediklerin” dedi, “benim de yaşadıklarımın ve düşündüklerimin bir boyutu arkadaşım. Benim asıl öğrenmek istediğim onun öyküsü… Yani nasıl bu hâle…”
“Bütün öyküler,” dedi Militan Ressam, “birbirinin devamıdır aslında. Yine de öğrenmeye can attığın kısmını anlatayım. Yani onun öyküsünü…”
Devamı sonraki sayılarda…