İlk büyük taarruzu başarıyla savuşturduk. Perez ve ekibinin hatası futbol camiasında yeterli rızayı üretmeden hızlı bir darbe girişiminde bulunmak oldu. Bir sonraki girişimi daha uygun koşullarda, daha planlı, daha organize ve daha sert bir şekilde yapacaklardır.

Bildiğimiz futbolun sonu…

Ne hafta ama!! “En iyi kulüpler. En iyi oyuncular. Her hafta.” sloganıyla kurulan Avrupa Süper Ligi neoliberal kapitalizmin futbola vurduğu son büyük darbe olacaktı… Gelen yoğun tepkiler üzerine darbe askıya alındı. Ama ilerleyen yıllarda tekrar masaya yatırılacağını bekleyebiliriz. Zaten Amerikalı iş insanları, ta ne zamandır, Şampiyonlar Ligi’nin toplam gelir potansiyelini gerçekleştirmediğini öne sürerek, Platini’yi Süper Lig konusunda kafalamaya çalışıyorlardı. Çünkü ŞL maçları 2-3 haftada bir, hafta içi geç saatlerde, iki güne sıkıştırılarak oynanıyor. Bu da maç günü, yayın hakları, reklam ve diğer sponsorluk gelirlerini kısıtlıyor. Ayrıca Juventus – Barcelona veya Man City – PSG gibi maçlar her zaman yüksek reyting alsa da gruplardaki Atletico Madrid – Ferençvaroş veya Benfica – Lokomotiv Moskova gibi maçlar pek bir ekonomik hacim yaratmıyordu. Hatta 2004 senesindeki Monaco – Porto finali reyting, sponsor ve reklam gelirleri açısından UEFA’ya büyük bir hayal kırıklığı yaşatmıştı.

Buna mukabil Amerikan işletme modeli, sinekten yağ çıkararak, spor endüstrisinde maksimum ekonomik hacmi yaratıyor. Nitekim “Büyük Dörtlü” denilen Kuzey Amerikan profesyonel spor ligleri (MLB, NBA, NFL ve NHL) hasılat bakımında dünyanın uzak ara en büyük organizasyonları. Avrupa’dan bunlara sadece İngiliz Premier League yaklaşabiliyordu. Latin Amerika ligleri, neoliberalizm ve küreselleşme sürecinde zaten tamamen konu dışı kaldı.

KULÜPLER KAPİTALİZME TESLİM OLUYORLAR

Buradaki esas sorun futbol ekonomisinin bir Ponzi finans fazına girmiş olması. Önce Arap, Rus ve Amerikan iş insanları futbol kültürünü, taraftar komünitesini ve spor ekonomisini sulandırdılar. Chelsea, Man City, RB Leipzig, RB Salzburg vesaire gibi ikinci sınıf takımlar zengin iş insanlarının elinde zirveye oynar oldular. Takımlar arasında büyük dengesizlikler oluşmaya başladı. Transfer borsası çok şişti. Neymar ve Mbappe’yi geçtim, Cenk Tosun bile, İranlı iş insanı Moshiri’nin satın aldığı, Everton’a 27 milyon euroya tranfer olmuştu (49 maç, sadece 9 gol).

Öte yandan, özellikle son 10 yılda, yayın hakları ihalelerinde de ciddi balonlar oluşmuştu. İngiltere, Almanya, Fransa ve İskoçya ligleri için inanılmaz rakamlara çıkıldı. beIN Sports, UEFA sıralamasında 11. olan Türkiye Süper Ligi ihalesinde maç başına, Avrupa’daki en yüksek 6. fiyat olan, 1.5 milyon Euro ödedi. Aylık 255 lira, taahhütlü kampanyalı aylık 120 lira, gibi Türkiye alım gücünün çok ötesinde fiyatlara istediği miktarda abonelik satamayınca da kabahati SelçukSports’a çıkardı. Yayıncı kuruluşlar, epeydir, önümüzdeki yıllarda artık bu rakamlara ihaleye girmeyeceklerini dillendiriyorlardı zaten. Dolayısıyla, başta Tottenham, Manchester United, Barcelona gibi büyük kulüpler olmak üzere, aşırı borçlu olan kulüplerin borçlulukları artarken gelirler artışları yavaşlayacaktı. Son 20 yılda Leeds, Portsmouth, Rangers, Parma, Malaga, Wigan gibi takımları iflas ettiren bilanço krizi yavaş yavaş bazı büyük takımlara da yayılıyordu.

Dolayısıyla Avrupa Süper Ligi ekonomik gidişatın getirdiği bir zorunluluktu aslında (önce zarar ettirilip sonra özelleştirilen kamu kuruluşları hikayesine benziyor biraz). Minsky’ye referansla, aşırı borçlanma ve sürdürülemez büyüme kapitalizmin en karakteristik özelliklerinden ikisidir. Sonunda ya batarsın ya da daha büyük bir ekonomiyle yoluna devam edersin. İkincisi olacaktı, olmadı. Şimdilik…

REKABETÇİ DENGE TEORİSİ

Havuz sistemi güçsüz takımlar lehine çalışan bir tasarım. Bizdeki formüle göre, toplam gelirin üçte biri her takıma eşit, üçte ikisi performansa göre dağıtılıyor. Mesela 2018-19 sezonunda havuzdan en fazla kazanan takım Galatasaray 216 milyon TL alırken en az kazanan Akhisarspor 73 milyon TL almıştı. Takımlar tek başlarına ayrı anlaşmalar yapacak olsa muhtemelen üç büyükler çok daha yüksek rakamlara yayın haklarını satabilirler, bir ara İtalya’da yapıldığı gibi. Fakat bu Galatasaray ile Akhisarspor arasındaki farkı açarak ligin rekabet dengesini düşürüp futboldan alınan keyfi ve taraftarların ilgisini azaltabilirdi (her ne kadar tersi yöndeki hipotezleri savunan makul argümanlar varsa da). Dolayısıyla havuz sistemi, rekabet dengesini koruyarak, kısa vadede büyük kulüplerin çıkarlarının tersine olsa da uzun vadede futbol camiasının ve ekonomisinin lehine oluyor.

Ancak Şampiyonlar Ligi’nin tasarımı, pazarlaması ve performans ödemeleri Portekiz, Hollanda, Türkiye, Romanya, Hırvatistan gibi küçük yerel ligleri güdük bıraktı. Vaktiyle üst düzeyde fırsat bulabilen Ajax, Benfica, Anderlecht, Galatasaray, Steaua Bükreş, Kızılyıldız gibi takımların esameleri bile okunmamaya başladı. Bunlar, ülke nüfusları ve/veya ekonomileri küçük olduğu için taraflar tabanları ve/veya toplam ekonomik hacimleri görece küçük olan kulüpler. Taraftar tabanı ve ekonomik hacim eskiden bu kadar önemli değildi, şimdi olduğundan daha yakın şartlarda mücadele edilebiliyordu. Ama Şampiyonlar Ligi sebebiyle ekonomik konsantrasyon ve tekelleşme giderek arttı. Tuğrul Akşar hocanın aktardığı üzere, “bugün Avrupa futbol gelirlerinin yüzde 60’ını beş büyük lig elde ediyor. Geri kalan yüzde 40 ise 50 lig arasında paylaşılıyor.” Bunun sonucu olarak, beş yıllık periyotlarda turnuvada çeyrek finale kalan farklı takım sayısı 30’lardan 18’e kadar düştü.

Ne kadar olsa da sistem hala küçük takımların sürpriz yapabilmesine olanak tanıyordu. Fakat Amerikan “franchise” modeli, düşmenin/çıkmanın olmadığı kapalı devre bir sistem olduğu için küçük takımların, tasarım gereği, hiçbir şansı yok. Bu durumda yerel ligler bitme noktasına geleceği için muhtemelen Portekiz, Hollanda, Belçika, Türkiye, Romanya, Rusya, Ukrayna, Norveç vb. ülkelerin takımları ile büyük liglerin küskün takımları bir araya gelip alternatif bir lig kurmayı düşüneceklerdir.

Vaktiyle Amerika’da birbirinden ayrı iki özel Amerikan futbolu ligi vardı, AFL ve NFL. Başlarda NFL yetkilileri AFL’i ciddiye almamış, sadece NFL takımlarından kontrat alamayacak oyuncuların oynadığı ikinci sınıf bir lig olacağını düşünmüşlerdi. Fakat AFL’in petrol zengini sermayedarları vardı. Zamanla iki lig arasında kıyasıya bir rekabet başladı. Draftlarda kolej oyuncularını kapmak için iki lig takımları açık arttırma yarışına giriyorlardı. Bu da oyuncu ücretlerini şişiriyordu. Bir noktada, bu rekabetin sürdürülemeyeceği anlaşılınca, NFL ile AFL birleşme kararı almıştı, 1969 senesinde. O zamandan beri Amerikan spor ligleri özel tekel olarak işliyor.

Şurası kesin ki havuz sistemi uygulanacak olan olası Avrupa Süper Ligi’nde, kazanma yüzdelerinin standart sapması veya CR5 ile ölçülen, takımlar arasındaki rekabetçi denge epey yakın olacak. Bu iyi bir şey belki ama rekabetçi denge tek başına yeterli değil. Avrupa Süper Ligi, her hafta üst düzey maçların oynandığı bir takvimin yanı sıra, küresel piyasaya oynuyor. Çin, Amerika, Endonezya, Katar vs. gibi ülkelerdeki yayın hakları, merchandising satışları ve reklam piyasası üzerinden bütün dünya taraftarlarını söğüşleyerek bu ekonomik değeri maksimize etmek istiyorlar. Bu neoliberal ve küreselleşmeci yaklaşım yereldeki komünite ruhunu zedeliyor. Çünkü küresel taraftar tabanları stadyumları doldurmuyor.

İKİNCİ KUŞATMA DA GELECEK

Olası bir Avrupa Süper Ligi’nde bilet fiyatları ve spor paketi abonelikleri daha pahalı olacak. Zamanla bu lige Çin’den, Katar’dan ve Amerika’dan takımlar da katılabilir. Daha distopik senaryoda, tıpkı NBA’de olduğu gibi, misal, Liverpool bir franchise haline gelip Şangay’a taşınarak maçlarını orada oynayabilir. 1800’lerin sonlarında maden ve fabrika işçilerinin kurdukları bu takımlar çoktan sermayenin oyuncağı olmuşlardı tabii ama endüstriyelleşme bu kadar ekstrem noktalara varmalı mıydı?!

İlk büyük taarruzu başarıyla savuşturduk. Perez ve ekibinin hatası futbol camiasında yeterli rızayı üretmeden hızlı bir darbe girişiminde bulunmak oldu. Bir sonraki girişimi daha uygun koşullarda, daha planlı, daha organize ve daha sert bir şekilde yapacaklardır. Belki o zamana kadar geliştirmemiz gereken bir hareket, Almanya’da olduğu gibi, taraftarların kulüplerin karar alma süreçlerinde pay sahibi olmalarını sağlamak olmalı.