Taner Timur, “Osmanlı Devleti teokratik yapıda bir devletti ve ilk yüzyıllarda eski Türk törelerine dayanan ya da fethedilen topraklardan aktarılan seküler nitelikli yasalar da zamanla şer’ileştirildi” diyor.

“Bir ahiret işi olmaktan ziyade bir siyaset işi”

Yasin Durak

Haftalardır sürdürdüğümüz laiklik söyleşilerinin bu haftaki konuğu duayen akademisyen ve yazar Taner Timur. Timur’la İslam, Laiklik ve Aydınlanma Savaşı üzerinden yurdun dününde bugününde ve yarınındaki laiklik mücadelesini konuştuk.

İslam, Laiklik ve Aydınlanma Savaşı adlı çalışmanızda laiklik kavramının ortaya çıkış ve gelişim serüvenini salt fikri bir bağlam olmaktan öte, sınıf kavgaları ve toplumsal dönüşümler ekseninde inceliyorsunuz. Bu çerçevede Marksist düşüncenin laiklik konusunda ayırt edici vurgularının neler olduğunu ve laikliğe yaklaşımının nasıl tanımlanacağını açıklar mısınız?
Sanırım bu soruya verilecek yanıt, tarihi maddeciliğin ortaya çıkış koşullarında aranmalıdır. Unutmayalım ki bu kuram, 1840’larda, Almanya’da yoğun din tartışmaları yapıldığı bir dönemde ve bu tartışmalara katkıda bulunarak doğdu.

1830’da Hegel’in ölümünden sonra gündeme pratik sorunlar hâkim olmuş, felsefe, daha çok siyasetin eleştirisi şeklini almıştı. David Strauss’un 1835’de yayımlanan İsa’nın Hayatı başlıklı eseriyle de siyasi eleştiriler din eleştirisi şekline dönüştü. Strauss, bu eserinde İsa’nın hayatını seküler bir yaklaşımla inceliyor, kilise öğretisinde gerçeklere uygun olmayan pek çok şeyin bulunduğunu söylüyordu. Onun etkisiyle başka bir Hegel’ci, Bruno Bauer, daha da ileri gitti ve bir takım efsanelerin aslında “farkına varılmadan” değil, bilinçli olarak yaratıldığını, amacın da dini “kitlelerin afyonu” haline getirmek olduğunu iddia etti. İşte Feuerbach’ın din tartışmalarında bir dönüm noktası teşkil edecek Hristiyanlığın Özü başlıklı eseri de bu ortamda yayınlandı.

Feuerbach’a göre dinin “Tanrı”sı da, felsefenin “Mutlak”ı da insan icadıydı; aslında temelde “insan” vardı. İnsan, en yüce niteliklerini kutsallaştırmak için “bakışlarını göğe çevirmiş”, fakat “gökte yine kendisini bulmuştu”. Kısaca insan, “dinin başlangıcı, ortası ve sonuydu”; sadece en iyi heyecan, düşünce ve ruh hallerini “vahiy mertebesine” yükseltmişti.

İlginçtir ki Feuerbach dine salt antropolojik açıdan bakan eserini yayımladığı yıl (1841), Marx da materyalist eğiliminin temellerini eski Yunan felsefesinde arayan doktora tezini savunuyordu. Fakat fikir yoldaşı Engels’le birlikte Feuerbach’ı da okudular ve çok etkilendiler. Onlar için bu eser Hegel’den ve din tartışmalarından kopuşun ifadesiydi ve Marx, bu konudaki temel görüşünü de “Yahudi Sorunu” vesilesiyle kaleme aldı. (1843). Kısa bir süre sonra Hegel’in hukuk felsefesini eleştiren makalesi de şu cümleyle başlıyordu: “Almanya için, esas olarak dinin eleştirisi bitti ve dinin eleştirisi tüm eleştirinin koşuludur”.
O günlerde çok tartışılan “Yahudi Sorunu”nun önemi şuradan geliyordu. Yahudiler Alman toplumunda büyük bir mali güç kazanmışlar, fakat tam hisseli vatandaş haline gelememişlerdi. Üstelik bu güç antisemitizmi körüklüyor, sınıf düşmanlığı din düşmanlığı şeklini alıyordu. B. Bauer için çözüm kolaydı: eğer Jüdaizm ortadan kalkarsa, antisemitizm de ortadan kalkacaktı! Oysa Marx için bu bir çözüm değildi. Onun için yok edilmesi gereken, Jüdaizm -ve genel olarak dinler- değil, dinleri çıkar ilişkilerinin aracı getiren pazar ilişkileri ve finans ağları idi! Böylece din ortadan kalkmayacak, fakat sivil toplumda reel çıkarlarla birlikte ele alınıp tartışılan bir konuma gelecekti. Genellikle, Bruno Bauer’in dediği gibi, “kitlelerin afyonu” olsa da, belli koşullarda da “yoksulluğa karşı bir protesto” ve “kalpsiz dünyanın ruhu” haline geliyordu. İşte Marx’ın dinle ilgili görüşü buydu ve Engels de aynı görüşleri paylaştı. Üstelik Engels, hayatının sonlarına doğru kaleme aldığı bir makalede (1894) Hıristiyanlığın başlangıçta nasıl “kölelerin, azat edilmişlerin, yoksulların ve Roma’nın boyunduruk altına aldığı halkların dini” olduğunu göstermişti.

İşte yaklaşık 200 yıl kadar önce Almanya’da ve diğer birçok Batı ülkesinde din konusunda böyle tartışmalar yapıldı. Oysa Osmanlılarda bu konuda en küçük kuşkuculuk bile çok pahalıya mal oluyordu. Engels, bir makalesinde “İlahiyat, zamanla ya özgür bir felsefeye dönüşür, ya da kör bir inanç haline gelir” demişti. Osmanlı tarihi maalesef daha çok bu ikinci şekle uygun düşüyor.

bir-ahiret-isi-olmaktan-ziyade-bir-siyaset-isi-928014-1.
Taner Timur

Laiklik ve sekülerizm Osmanlı’da hiç tartışılmadı mı? Kurumsallaşmalara ve uygulamalara herhangi bir yansıması söz konusu muydu?
Laiklik ve sekülerizm Osmanlı toplumunda adı konularak hiç tartışma konusu olmadı; sadece son döneminde, o da dolaylı şekillerde gündeme geldi.

Osmanlı Devleti teokratik yapıda bir devletti ve ilk yüzyıllarda eski Türk törelerine dayanan ya da fethedilen topraklardan aktarılan seküler nitelikli yasalar da zamanla şer’ileştirildi. Yavuz Selim’in Mısır’ı fethedip Kahire’de Mekke ve Medine’nin “Hadim’ül Haremeyni” sıfatını alması ve oradan Sünni ulemayı İstanbul’a taşıması bir dönüm noktası oldu. Oysa aynı yıl (1517), Martin Luther, Almanya’da, Wittenberg Kilisesi’nin kapısına Hıristiyanlıkta reformu başlatan görüşlerini asıyordu.

Böyle bir reform Osmanlı toplumunda hiç yaşanmadı. Osmanlı aydınları arasında sekülerizm, adı konmadan tartışılmaya ve bu yönde ilk adımlar atılmaya, ancak Batı kapitalizminin ülkeyi yarı-sömürge haline getirdiği dönemde başlandı. Bu da iki düzeyde oldu: Tanzimatçı Paşalar (iktidar) ve Yeni Osmanlılar (muhalefet). Bu iki kategorinin temsilcileri de Avrupa’yı içerden tanımış, bizde eski düzenin artık süremeyeceğini anlamışlardı. Bunlardan birinciler (Reşit, Ali, Fuat vb. paşalar) pazar ekonomisinin zorlayıcı baskısı altında bazı batılı kanunları kabul ediyor, ikinciler (Yeni Osmanlılar) ise modern “ulus-devlet” yolunda taşları döşüyordu. “Vatan” ve “özgürlük” çağrılarıyla oluşan bir “kamuoyu”nu bu ikinciler yarattı. Oysa Osmanlılarda böyle kavramlar yoktu; geleneksel “ulema”nın yerini, giderek modernizme dönük “münevveran” (aydınlar) bu kavgalarla aldı.

Yeni Osmanlılar devrimci değil, evrimci idiler; kavgalarını “şeriat” adına yürütüyor, laiklik, sekülerizm gibi sözcükleri ağızlarına almıyorlardı. Ne var ki onların “şeriat” anlayışları medrese ulemasının “şeriat” anlayışından çok farklıydı. Temel referanslarını Rousseau, Montesqieu gibi aydınlanma düşünürleri teşkil ediyor, İslami kaynakları da bunlara en uygun şekilde yorumlamaya çalışıyorlardı. Örneğin “meşveret” fikri, bu ortamda “meşrutiyet” ve “halk meclisi” anlamına gelmeye başladı. Yeni Osmanlıların en etkili düşünürü olan Namık Kemal, çıkardığı gazetelerde bu anlayışla İngiliz parlamentarizmini övmüş ve bugün “liberal sol” olarak niteleyeceğimiz fikirleri kendisini Paris Komünü’nü övmeye kadar götürmüştü.

Bu görüşler Jön Türkler’le daha da radikalleşti; fakat bireysel olarak laik, hatta ateist düşünürler ortaya çıksa da, kamuoyunda İslamcı-laik ikilemine dayanan bir kutuplaşma gerçekleşmedi. Mustafa Kemal Paşa bile, bu durumu göz önüne alarak 1920’de Büyük Millet Meclisi’nin açılışını bir cuma gününe rastlatmış ve Meclis bir dini törenle açılmıştı.

Cumhuriyet döneminde laikliğin hukuki temellerinin atılmasına rağmen sağlam temellere oturmuş sayılamayacağını yazdınız. Bunda Diyanet İşleri Başkanlığı’nın payı neydi; böyle bir kurumun varlığının Türkiye’nin laiklik serüvenine etkisi ne oldu?
Osmanlı Devleti’nde bir “aydınlanma yüzyılı” ve bunun eşliğinde bir burjuva devrimi yaşanmadı. 20. yüzyıla bile yarı-feodal bir yapı ile ve İslam’ı siyasi amaçlarla kullanan bir sultan idaresinde girdik. Abdülhamid’in dindarlığı, özel kâtibi İ. M. Mayakon’un ifadesiyle, “bir ahret işi olmaktan ziyade bir siyaset işiydi.” Yine de Batı ile ilişkiler tamamen kopmamış, belli bir birikim sağlanmıştı. Nitekim 1908’de Abdülhamit’i yeniden Meclis’i açmaya zorlayan koşullar oluşunca ülkede çok canlı tartışmalar başladı. Bu yıllarda şeriat, saltanat, adalet, eğitim, kısaca her konu gazete ve dergilerde ele alınıp inceleniyor, reformist tezler ileri sürülüyordu. Başta Mustafa Kemal Paşa, 1923 Devrimi’ni gerçekleştiren kadrolar da bu ortamda yetiştiler.

Oysa ortada devrimci bir burjuvazi yoktu ve kapitalizmin emperyalizm aşamasına ulaşmasıyla zaten bu yol da kapanmıştı. Böylece öncülük görevi, “mektepli” küçük burjuva radikalleri ile Kuvayı Milliye örgütlenmesinde rol almış “alaylı” eşraf temsilcilerine düştü. Ne var ki halk, saltanat makamına, Atatürk’ün Nutuk’ta dediği gibi, “asırların kökleştirdiği dini ve ananevi rabıtalarla” bağlı ve sadıktı ve bu yüzden de devrimin korunması en az devrimin yapılması kadar zorunlu hale geliyordu. İşte başlangıçta Diyanet İşleri Başkanlığı da bu kaygıyla yaratılan araçlardan biri oldu.

bir-ahiret-isi-olmaktan-ziyade-bir-siyaset-isi-928015-1.



1924 yılında çok küçük bir kadroyla kurulan “Diyanet İşleri Reisliği”ne, kuruluş yasasıyla, “İslam dininin itikat ve ibadet alanıyla ilgili işleri yürütmek ve dini kurumları idare etmek” görevi verilmişti. Amaç devrim yasalarına aykırı etkinlikleri önlemekti ve 1927 yılında kurumun tüm personeli sadece yedi bin kadardı. Fakat çok partili hayatla beraber din oy avcılığına alet edilmeye başlayınca, Diyanet de hızla büyümeye başladı. Son yetmiş yıl boyunca tek başına hiç iktidar olamayan CHP dışında her parti muhafazakâr seçmenlere yatırım yapıyor, iktidar olunca Diyanet’i de bu amaçla kullanıyordu.

Yine de kurumun en hızlı büyümesi AKP yıllarında oldu. 2010 yılında Diyanet Başkanlığı “müsteşarlık” haline getirildi; kuruma yeni dokuz “genel müdürlük” eklendi ve yönetimde Başkanlık sistemine geçildikten sonra da Diyanet, bir KHK ile Devlet Başkanlığı’na bağladı. Günümüzde, kurumun resmi sitesine göre Diyanet’de, 26 bini sözleşmeli olmak üzere 127 bin kişi çalışıyor ve bütçe harcamaları 2020 yılında 10 milyar 742 milyon TL olarak veriliyor. Oysa Başkan Ali Erbaş, yakınlarda Diyanet’in “150 bine yaklaşan kadrosunu” da “yeterli” bulmuyor ve Kurum’da, “hâlâ 20 bin boş kadro” olduğunu söylüyordu. (15 Şubat, 2019). Harcamalara gelince, üretime hiçbir katkısı olmayan bir kuruluş, üç dört yatırımcı bakanlığın harcadığı parayı harcıyor ve bu da az bulunuyor! İşte “laik Cumhuriyet”imizin yüzüncü yıldönümünü de bu koşullarda, Ali Erbaş’ın devrimi karalayan beyan ve davranışlarıyla kutlamaya (!) hazırlanıyoruz.

Bugünkü sınıf ilişkilerini ve AKP iktidarının son icraatlarını göz önüne aldığımızda, zaruri bir laiklik mücadelesinin asli bileşenlerinin neler olduğunu söyleyebilirsiniz?
AKP, sekülerizm karşıtı söz ve davranışlara aniden başlamadı; bu noktaya ustaca yürütülen taktikle ve zamanla değişen ittifaklarla geldi. Tüm gelişmeler de Erdoğan’ın liderliği ve tam kontrolü altında oldu. Başından itibaren Erdoğan dışında bir AKP varlığı olmadı; bunu yaratmaya çalışanlar da hüsrana uğradılar. Ve bu durumda Erdoğan’ın dünya görüşünü tek kelimeyle ifade etmek gerekirse de, “Osmanlıcılık” derim.

Peki, bu nasıl bir “Osmanlıcılık”? Günümüz koşullarında, Tayyip Bey, bir Fatih ya da Kanuni olamayacağına göre, Abdülhamit’i yüceltiyor ve onu “modernizm” karşıtlığında örnek alıyor. Nasıl Abdülhamit’te “saltanat” hep “hilafet”ten önce geldi ve onu bir “fetva makamı”na dönüştürdüyse, bugün de “riyaset” hep “Diyanet”ten önce geliyor ve onu yönlendiriyor. Son günlerde günah keçisi yapılan Ali Erbaş’ın görevi de zaten buydu; kendisi bu amaçla atanmıştı! Nasıl Abdülhamit aynı anlayışla Meclis’i kapattı ve Mithat Paşa’yı da sürgüne gönderdiyse, Erdoğan da “Başkanlık Sistemi”ni kurdu ve tüm yetkileri eline aldı. Oysa bununla belki de siyasi hayatının en büyük hatasını yaptı ve sonunu hazırladı.

Erdoğan seçim başarılarını esnafa, “Kobi”lere ve inşaatçı müteahhitlere dayanarak elde etmişti ve o yıllarda, TOBB’da, esnaf temsilcilerine Ahi geleneğini ve kahramanlıklarını anlatıyordu. Oysa o günler geride kaldı. Ulusal tasarrufun düşük olduğu bir ülkede liberal politikaların başarı şartı, faizlerin düşük, dövizin ucuz ve kredinin bol olmasıdır. Bunun için de dış yatırımcıya güven sağlayacak bir ortam gerekir. Oysa başkanlık sistemiyle kurulan otokratik rejim ve keyfi uygulamalar, zaten düşmekte olan ülke itibarını büsbütün sarstı. Artık dövizle faiz birbiriyle yarışıyor, kredi muslukları tıkandı ve halkın büyük bir kısmı da karnını doyurmakta zorlanıyor. Tayyip Bey ise bu arada kendi “antiemperyalist” (!) basınının devamlı karaladığı Joe Biden’la birkaç kelam edebilmenin yollarını arıyor. Yirmi yıllık AKP iktidarının ülkeyi getirdiği nokta budur.