Japonya’da burjuva toplumu içindeki değişim ve gelişim sancısını alt metin hâline getirdiği romanda Kawabata, karakterlerin kurgusal gücünü öne çıkarıyor. Öyle ki onları sadece Japonya’da değil, hemen her yerde ve yaşamın her ânında yüzleşebileceğimiz şekilde resmediyor.

Bir aileyi savuran kasırga

ALİ BULUNMAZ   

Yasunari Kawabata, küçük yaşlardan itibaren aile üyelerini kaybetmesiyle mutlak bir yalnızlığa, kimsesizliğe ve hatta yersiz-yurtsuzluğa mahkûm olan bir yazar. Kendisini “yarım bir insan” diye tanımlayan; yaşamda pek çok şeyinin noksan kaldığını, gerek yakın çevresiyle konuşurken gerek eserlerinde dile getiren Kawabata, hem psikolojik hem de fizyolojik rahatsızlıklarla mücadele etmiş ömrü boyunca.  

Ailesinin büyük bir bölümünü yitirdikten sonra yerleştiği Tokyo, deyim yerindeyse yaşamının akışını değiştiriyor. Kendisini 1968 Nobel Edebiyat Ödülü’ne götüren yolun taşlarını döşeyen Tokyo, aynı zamanda dünya edebiyatıyla tanıştığı, ölümü ve doğayı kitaplarının merkezine yerleştirerek yoğun biçimde yazdığı, sosyal ve ekonomik buhranların yanı sıra İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı büyük yıkıma tanık olduğu bir kente dönüşüyor.  

Lisede başlayıp Tokyo’daki üniversite yıllarında hız verdiği ve sonrasında zirveye taşıdığı yazarlığında Kawabata; doğa ve insan ruhu, aşk ve erotizm, gelenek-yenilik ikilemi, Doğu-Batı gerilimi, kişi ve toplum çatışması, bütün bunları kapsayan bir evrensel küme misali işlediği yaşam ve ölüm çelişkisi gibi konularla zaten kırılgan olan benliğini enikonu huzursuz edip 1972’deki intiharına kadar şiddetini devamlı artıran bir melankoliyle mücadele ediyor. Aşkı, isyanı, doğayı, mutlu bir ânı, dostluğu, ailevi bir gerilimi, sınıfsal ayrımları ve çatışmaları anlatırken bu melankoli, kendisini hep hissettiriyor.  

Kawabata’nın hayatından parçaları ve melankolisini satır aralarına yerleştirdiği kitaplarından biri de gitgide hafızasını kaybeden, yaşamının ve ailesinin elinden hızla kaydığını fark eden Shingo’nun ana karakter olduğu Dağın Sesi. Yazar, sorunlu oğlu Shuichi ve mutsuz gelini Kikuko’yla yakın ilişki kurmaya başlayan Shingo ekseninde yalnızlığa, ölüme ve güzellik arayışının sürekliliğine dair bir hikâye anlatıyor.   

Zamana direnen ihtiyar delikanlı  

Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan ilk Japon yazar olan Kawabata, ülkesinin en önemli kalemlerinden biri. Romanlarıyla öne çıkan, 1950’lerden itibaren dünya çapında tanınmaya başlayan ve hayatı “insanın kapılıp sürüklendiği bir rüzgâr” olarak niteleyen Kawabata, İkinci Dünya Savaşı’nın kanlı çarpışmalarının akımına kapılmayı reddederken bazı Japon yazarları alıp götüren intihar rüzgârı, 16 Nisan 1972’da Kawabata’yı da dünyadan koparıyor.  1949’da yazmaya başladığı ve 1954’te bitirdiği, Alper Kaan Bilir tarafından Türkçeye çevrilen, Japon kültüründen ve düşünme biçiminden örnekler bulunan Dağın Sesi’nde,  

Japonya edebiyatında önemli bir ağırlığı olan doğa-insan bileşimi güçlü biçimde karşımızda. Bu, romanın başkarakteri; zamana direnen ihtiyar delikanlı Shingo’nun ayaklarını yere sağlam bastırmak için yazar tarafından sıkça kullanılıyor. Bir küçük örnek: “Kamakura kentinin bu vadisinde bazı geceler dalgaların sesi işitilirdi. Shingo da denizin sesi mi, diye düşündü. Hayır, dağın sesiydi. Çok uzaklarda esen bir rüzgârın sesi gibiydi. Fakat içinde, tıpkı bir yersarsıntısı misali, büyük bir güç saklıydı. Diğer yandan ses, insanın kafasının içinde yankılanıyordu, hatta Shingo kulaklarının uğuldadığını düşündü ve başını sallamayı denedi. Ses kesildi. Ses kesildikten sonra Shingo’yu bir korku aldı. ‘Bu ses ölüm habercisi olmasın sakın’ diye ürperdi. Shingo, onun yel sesi, deniz sesi ya da kulak uğultusu olup olmadığını anlamak için serinkanlılıkla kendini sorguladığına emindi fakat öyle bir sese benzemiyordu. Öyleyse dağın sesi kendini duyurmuştu. Âdeta kötü bir ruh, yanından geçtiği dağı zil gibi çınlatıp gitmişti.”  

Kawabata’nın romanda kullandığı kasırga metaforu da Shingo ve ailesi için biçilmiş kaftan. Çünkü yaşlılığa ve doğaya direnen Shingo’yla çocukları, eşi ve akrabaları arasında yaşanan sorunlar olsa olsa böyle anlatılabilirdi. Ama asıl kasırga, Shingo’nun eski aşkına; eşinin kız kardeşine duyduğu özlemle başlıyor. Anlayacağınız aradan otuz yıl geçmesine rağmen eski defterler hep açık.  

Okurun aklına düşürülen şüpheler 

Shingo’nun çocuklarının da babalarının hayatıyla ilgili soru işaretleri var. Shingo, “Babamız başarılı mı, başarısız mı?” sorusuna kesin bir yanıt veriyor: “Ama bir babanın ömrünün başarılı olup olmadığını, çocuklarının evliliklerinin üzerinden ölçenler de olabilir. O konuda iftihar edemem.”  Shingo, evliliği bir bataklığa benzetiyor; yıllar geçtikçe bunun doğruluğunu kanıtlayan çeşitli olaylar yaşıyor: “Henüz yirmisine yeni basmış Kikuko, Shuichi’yle evlilik hayatı boyunca Shingo ve Yasuko’nun yaşına gelene dek kim bilir kaç defa kocasını affedecekti? Affediciliğinin sınırı yok muydu? Evlilik denen şey, iki insanın kötü davranışlarını karşılıklı olarak bitmek bilmeden sönümleyen, ürkütücü bir bataklık mıydı? Kinuko’nun Shuichi’ye duyduğu sevgi, Shingo’nun Kikuko’ya duyduğu sevgi gibi şeyler, neticede Shuichi ve Kikuko çiftinin bataklığına gömülecek, iz bırakmadan yutulacak mıydı?”Kawabata, Shingo’nun yaşadıklarını anlatırken doğayı romanın içine katıyor. Bazen düşleri ve mistik öğeleri olayların önüne geçiriyor. Kimi zaman da Shingo’nun sanrı ve rüyalarını olup bitenle ilişkilendiriyor.   

Kawabata’nın Dağın Sesi’nde ince ince işlediği dram, sadece Shingo’yu değil, diğer aile bireylerini de kuşatıyor. Özellikle kamplaşmalar, eski ve yeni gönül meseleleri dramın bam teli. Kendi aşk meselesi ve oğlunun metresiyle beraber, intihar da Shingo’nun aklını kurcalıyor. İntihar eden Kawabata’nın, Shingo aracılığıyla birtakım ipuçları verdiğini hissedebilir okur.   

Dağın Sesi’nde Kawabata, savaş sonrası yalpalayan ama umudunu yitirmeyen Japonya’dan bir kesit sunmakla kalmıyor, Shingo’nun sorunlu ailesi ve ilişkileriyle varoluşçu yollara da sapıyor. Eşini bırakıp metresine giden oğlunun sorumluluğunu da sırtlanan Shingo, geliniyle tuhaf bir ilişki kuruyor. Daha doğrusu, ailede en iyi anlaştığı kişi olan geliniyle ilişkisi, yazar tarafından okuru yer yer kuşkulandıracak biçimde aktarılıyor. Sanki gizliden gizliye Shingo ve gelinin, birbirine açıklayamadığı bir aşk içinde olduğu seziliyor.  

Japonya’da burjuva toplumu içindeki değişim ve gelişim sancısını alt metin hâline getirdiği romanda Kawabata, karakterlerin kurgusal gücünü öne çıkarıyor. Öyle ki onları sadece Japonya’da değil, hemen her yerde ve yaşamın her ânında yüzleşebileceğimiz şekilde resmediyor.  

Romanın ana karakteri, hayatının dikiz aynasına bakıp “Acaba başarılı mıydım?” diye soruyor. Kawabata, bunu Shingo aracılığıyla kendine soruyor belki de. Kim bilir…