İyiye ve güzele düşman olan faşizm, yürekli bir aydını henüz kırk beş yaşındayken ailesinden ve dostlarından koparıp almıştı; yazacağı hikâyeler, romanlar, halkıyla buluşturacağı nice masal, destan, türkü, ağıtla birlikte…

Bir Anadolu bilgesi: Ümit Kaftancıoğlu

Okan TOYGAR

Sabahın en sessiz zamanında haykırarak uyandı Ümit Bey. Kan ter içindeydi. Ansızın önüne çıkan dört kişi tarafından çapraz ateşe alınıyordu düşünde.

Gürültüye uyanan eşi Nurcan Hanım’a iyi olduğunu söyledikten sonra gördüğü kâbusu fazla ayrıntıya girmeden anlattı. Bir yandan da nefesini düzene sokmaya çalışıyordu. Göğsü hala inip kalkıyordu zira. “Rüyada her şeyin gerçek yaşamdakinden on kat daha korkunç oluşu ne tuhaf”1 diye düşündü.

Ülkenin her yanında aydınlara, öğrencilere ve emekçilere yönelik sindirme harekâtı son iki yıldır iyiden iyiye artmıştı. Siyasi cinayetlerin arttığı, ateşin hangi eve düşeceğinin bilinmediği günlerdi. Daha dört ay önce “bir büyük kentin, küçük boylu, büyük yürekli, büyük düşünürü”2 Cavit Orhan Tütengil hoca, “kara donlu, kara dinli gölgelerin karanlık kurşunlarıyla”2 katledilmemiş miydi? O hoca ki “Benden yarına kalacak olan namusluca yaşanmış bir hayat, çocuklarım ve kitaplarım olabilir, sorumluluğumu hiçbir zaman unutmamalıyım”3 diyen bir aydındı. Böyle bir insana kıyan; Doğan Öz, Akın Özdemir, Cevat Yurdakul ve daha nice yurtseveri gözünü kırpmadan katleden; Maraş’ta gebe demeden, yaşlı demeden, çocuk demeden yüzlerce insanı Alevi oldukları gerekçesiyle hunharca öldüren bu yobaz, faşist zihniyet kime ne yapmazdı.

Kendisinin de hedefte olduğunu biliyordu Ümit Kaftancıoğlu. Son dönemde ölüm tehditleri sıklaşmıştı. Birkaç gün önce MHP Genel Başkanı Türkeş, televizyondan “CHP ve TRT’deki bazı komünistlerin eliyle bu oyunlar ortaya konuluyor” diyerek açıkça onu hedef göstermişti.

Siyasi erk de ona yaşam alanı bırakmıyordu.

Oysa halkının aydınlanması ve çocukların barış içinde, güzel bir dünyada yaşaması dışında bir isteği yoktu.

Doğu Anadolu’nun yoksul bir köyünde doğup büyümüş, bin bir güçlüğü aşarak Cılavuz Köy Enstitüsü’nün öğrencisi olmuş, sonrasında hiç durmadan okuyup yazmıştı. Yerel dil zenginliğiyle bezenmiş hikâyeleri; ezilenler, kimsesizler, yoksullar, “kolu kısalar” için yazılmıştı. TRT İstanbul Radyosu’nda yaptığı programlarla halkın sözlü kültürünü kayıt altına alıyor, derlemeler yapıyordu.

Halkın, halk kültürünün ve aydınlanmanın karşısında olanlar önce bu programları yayından kaldırmış, sonra Altın Ekin isimli çocuk romanını yasaklamıştı. Dinleyicisi gibi okurundan da koparılmak isteniyordu. Bir süre önce de Cumhuriyet Gazetesi’ndeki bir söyleşisinde “TRT’yi halk çocukları yönetecek, geliştirecek” dediği için soruşturma açılmış, maaşı kesilmişti.

Tüm bunlara rağmen, baskılara boyun eğmemeye kararlıydı. Araştırmaya, yazmaya, üretmeye devam edecekti.

Kalkıp hazırlandı. Kızı Pınar’ı okula bıraktıktan sonra Harbiye’deki TRT binasına, işine gidecekti. Hafta sonu Ankara’da yapılacak olan iki toplantı için yapması gerekenler vardı o gün.4

Saat 7.50 gibi evden çıkarken Pınar’a “Kızım ben arabayı ısıtayım, sen birazdan gelirsin” dedi. Merdivenleri hızla indi. Dışarıda pırıl pırıl bir bahar havası ve nisan ayının müjdecisi erguvan çiçekleri karşıladı onu. Birkaç saat önceki kaygı ve huzursuzluğun zerresi kalmamıştı. “Ölüm hiç önemli değil… Yaşam var dağ gibi…”5 diye geçirdi içinden ve sadece keyifli olduğu zamanlarda ağzından dökülüveren o Hanak türküsünü mırıldanmaya başladı farkında olmadan; “Şu dağlar kömürdendir/Geçen gün ömürdendir.” 6

Evinin önünden arabasını park ettiği Ortaklar Caddesine uzanan dik yokuşu çıkarken günlerden cuma olduğunu hatırladı Akşam eve geldiğinde İstanbul Erkek Lisesi’nde yatılı okuyan oğlu Ali Naki’yi göreceği anlamına geliyordu bu. Sımsıkı sarılacaktı beş gündür görmediği oğluna. Dürüst, mütevazı ve duyarlı bir çocuktu Naki. Bu nedenle gurur duyuyordu onunla. Üstelik derslerinde de başarılıydı ve ne bulsa okuyan bir kitap kurduydu. Doktor olmasını çok istiyor, “Naki doktor olduktan sonra yazın beraber Saskara’ya gideceğiz, hastaları çağıracağım, oğlum bakacak onlara” diyordu. Köyü ve köylüleri; ailesi, kitapları ve halkı aydınlatma mücadelesi kadar önemliydi onun için. Şolohov’un Vyeşenskaya’sı, Don Nehri neyse; Hanak, Saskara, Yelatan Dağı da onun için oydu. Ne diyordu “Ve Durgun Akardı Don”da İlyiniçna?

“İnsanın kendi anavatanı, nasıl olursa olsun her zaman başkasınınkinden daha azizdir.”1

Nefes nefeseydi arabanın yanına geldiğinde ama türkü hala dilindeydi.

“Bu yol Pasin’e gider/Döner tersine gider/Şurda bir garip ölmüş/Kuşlar yasına gider…”6

O sırada Pınar da yokuşun sonuna gelmişti. Babası arabayı çalıştırmış, ön camı siliyordu. Arkasından iki gencin babasına yaklaştığını gördü. Korktu. Babasının ölüm tehditleri aldığını duymuştu Pınar. “Belki bir yer soracaklardır” diye düşünürken, gençlerden birisi “Ümit Kaftancıoğlu sen misin?” diye seslendi. İşte ne olduysa babasının “Evet benim” cevabından sonra oldu.

Katiller ceket ceplerinden çıkardıkları tabancalarla gözlerini bile kırpmadan kurşun yağmuruna tuttular Ümit Kaftancıoğlu’nu.  

Kızının gözleri önünde önce arabanın üstüne sonra da yere yığıldı Garip.7

Pınar çığlık atarak eve, annesine koştu. Katiller çalışır vaziyette kendilerini bekleyen arabaya binerek hızla uzaklaştılar. Bir anda ortalık sessizliğe büründü. Yardıma gelen kimse yoktu. Bu uzun sessizliği bir taksinin motor gürültüsü bozdu. Onu yerden alıp taksinin arka koltuğuna yatırdılar ve hızla Şişli Etfal Hastanesi’ne doğru yola çıktılar.

Takside defalarca kızı Pınar'ı sayıkladı Garip Tatar. Yarı açık olan pencereden giren rüzgârın sesini çocukluğundan beri tanıdığı Prokofyev’in müziğine benzetti.8 Gülümsedi.

Susuzluktan dili damağına yapışmıştı. Başı dönüyor, gözlerini açık tutmakta zorlanıyordu. Uyudu. Şimdi Hacıbektaş’ta, Aslanlı Çeşme’den buz gibi su içiyordu kana kana.

Ümit Kaftancıoğlu Hacıbektaş’taki Aslanlı Çeşme’den su içiyor (1976). Fotoğrafın üzerine, “Aslanlı Çeşmeden su içtiniz ölmezsiniz gayrı.” yazmış ve ona göndermiş arkadaşı Ümit Sarıaslan. (Öztürk Tatar arşivi)

Taksi ani bir frenle acil servisin önünde durunca gördüğü rüyadan uyandı, gözlerini hafifçe araladı ve oldukça kısık bir sesle “Yapacak çok işim vardı” dedikten sonra bir daha açmamacasına gözlerini kapattı Garip.

12 Nisan 1980 Demokrat Gazetesi (Öztürk Tatar arşivi)

İyiye ve güzele düşman olan faşizm, yürekli bir aydını henüz kırk beş yaşındayken ailesinden ve dostlarından koparıp almıştı; yazacağı hikâyeler, romanlar, halkıyla buluşturacağı nice masal, destan, türkü, ağıtla birlikte…

Doğanın canlanışını, sevinci ve coşkuyu simgeleyen nisan ayı, sevenleri için artık hüznü ve “zalimliği”9 çağrıştırsa da, biz biliyoruz ki büyük yazarlar yarattıklarıyla yaşarlar10 ve Ümit Kaftancıoğlu yaşıyor hala…

Dipnotlar:

1.      Ümit Kaftancıoğlu’nun en sevdiği roman olan Şolohov’ın “Ve Durgun Akıyordu Don”dan bir alıntı.

2.      Ümit Kaftancıoğlu’nun Ocak 1980’de yazdığı ancak ölümünden sonra Milliyet Sanat Dergisi’nin Mayıs 1980 sayısında yayınlanan “Beş Kardeşin Ölümü” başlıklı yazısından.

3.      Cavit Orhan Tütengil’in 25 Mart 1955 tarihli günlüğünden.

4.      Birisi konuşmacı olarak katılacağı “Hacıbektaş Veli Felsefesinin Çağdaş Yorumu” konulu açık oturum, diğeri de üçüncülük ödülünü alacağı 1979 Başkent Öykü Ödülleri töreni.

5.      Ümit Kaftancıoğlu’nun ölümünden sonra dinletilmek üzere kayda aldığı  “Yaşama Sevinci” başlıklı konuşmasından.

6.      Ümit Kaftancıoğlu’nun en sevdiği türkü.

7.      Ümit Kaftancıoğlu’nun 1964 yılına kadar kullandığı asıl ismi Garip Tatar’dır.

8.      Ümit Kaftancıoğlu: “Ben Prokofyev’i çocukluğumdan beri tanırdım. Evimiz öylesine eskimişti ki, her taraftan giren rüzgârlar tıpkı Prokofyev’in müziğine benziyordu” diyor bir konuşmasında.

9.      T. S. Eliot'un “Çorak Ülke” isimli şiirinin ilk dizesi: “Nisan en zalim aydır”.

10.  Yazarın ölümünden sonra Varlık Dergisi’nin Haziran 1980 sayısında yayınlanan röportajından: “Yazar yaşayandır. Yarattıklarımız yaşadıklarımızdır”.

Yazarın notu: Röportaj isteğimi kabul ederek bu yazının daha güvenilir ve anlamlı olmasını sağlayan, yazarın sevgili oğlu Dr. Ali Naki Kaftancıoğlu’na ve arşivini bana açarak pek çok fotoğraf, belge ve doğru bilgiye ulaşmamı sağlayan Öztürk Tatar’a teşekkür ederim.