Çocukluğumun hafızasında, sandığının yanındaki minderde oturan, tonton mu tonton, yanakları al mı al, sabun kokulu, pamuk şekeri kıvamında biri olarak canlanıyor ananem. Sandığından avuçlayıp aldığı bayram şekerlerini torunlarına gösterdiğinde masal vakti gelmiş oldurdu.

Bir avuç bayram şekeri

Erdal Güney - Müzisyen 

Hafta sonu sabahlarında gözümüzü açmamıza radyoda haber bülteni okuyan spikerin sesi; üzerimize çöken uykunun mahmurluğundan, miskinliğinden sıyrılmamıza da odunları gürül gürül yanan sobanın üzerindeki ekmeklerin ortalığa yayılan kokusu neden olurdu. Odanın soğuğundan kaçmak için sığındığımız yorganın altında cenin pozisyonundaki yatışımız başka türlü sonlanamazdı. “Haydi bakalım, kalkın!” denilip, sıkı sıkıya tutunduğumuz yorganların zor kullanılarak üzerimizden çekilmesinin de etkisi vardı elbette. Süre uzatmak denen şey ısrarcılıktır ve en masumu da çocukluktakidir. “Az daha, nolurrr biraz daha,” diye diye Âna ek yapmak, gelip geçmesin diye zamanın ipine tutunup asılmaya çalışmaktır, tıpkı üzerimizden alınmaya çalışılan yorgana asılmak gibi… 

Kahvaltı vaktiyle birlikte radyodaki Yurttan Sesler Korosu’nun okuduğu türküler başlamış olurdu. “Zeytinyağlı yiyemem aman”, “Gemilerde talim var”, “Bitlis’te beş minare” derken, “Şafak söktü yine Sunam uyanmaz, hasret çeken gönül derde dayanmaz…” çalmaya başladı. Annem öylece kalakaldı, gözleri doldu. Ağlamasındaki mahcubiyeti perdelemeye çalışmak için masadan kalktı. Sobaya bir odun atıp yüzüne duman çaldı. Zaten hep böyle olurdu; memleketinden uzak, şehir şehir dolaşan memur aileleri zor başarabildikleri bir telefon görüşmesinde, bir mektupta ya da arkasına güzel sözler iliştirilmiş, şiirler düşülmüş siyah-beyaz bir fotoğrafta ama en çokta radyoda duyulan bir türküde ulaşır memleketine, sevdiklerine… Mesafe, uzaklık fark etmez. O mahsun çaresizlik derinlik sarhoşluğu gibidir. Çok geçmeden bilinç hüzne sığınıverir. Yedi kız kardeş olan annemler bu konuda mahirdirler, ne mutlu ki. Hâlâ bir araya gelişlerinin ilk anlarında uzaktakileri, kaybet tiklerini yâd ederler, hüsranlarını konuşurlar. Derken gözyaşları sel olur akar, ardından kısa bir süre geçmiştir ki çalgı çengi kopar, şen şakrak oynarlar. 

Gülümseyerek söze başladı annem kahvaltı masasında, size bir şey anlatacağım diye…  

“Daha çocuğum, aklım yeni erip gelir. Bir gün dedeniz bir radyoyla çıkageldi. Akşam yemeğinin ardından odanın ortasında duran radyonun başına heyecan ve şaşkınlıkla toplaştık hepimiz. Önce bir cızırtı yayıldı ortalığa, dedeniz düğmeyi çevirdikçe birbirine karışan sesler duymaya başladık. Anlamadığımız dillerde konuşanlar da vardı. Ardından bir türkü çalmaya başladı. Şaşkınlıkla sevinç bir aradaydı, bir ahşap kutudan türkü dinliyorduk. Yıllar sonra anacığım anlattıydı; radyoya en çok da kendisi sevinmiş. Köydeki kızlarının ballandıra ballandıra söyledikleri türküleri, şarkıları onların nazını çekmeden öğreniyormuş artık. Babam bahçeye çalışmaya gittiğinde annem teyzelerinizle birlikte evde, ahırda, depoda fellik fellik dedenizin radyodan çıkartıp sakladığı pilleri arattırırdı. Akşam ajansları bir de ardından üç beş şarkı türkü dinlendikten sonra radyoyu kapatırdı babam. Tutumlu olduğundan değil, başına birşey gelir diye özenindendi…  

Çamaşır günlerinde ellerinde sepetlerle yeni gelinler, genç kızlar, kadınlar cümbür cemaat çoluğu çocuğu, ineği, davarı önlerine katıp çayın kenarına giderlerdi. Mallar yayılırken kimi çamaşır yıkar kimi şalvarıyla çimerdi. Herkes çıkınındakileri ortaya koyar yenir içilir, radyodan gelen türküler dinlenir, hep bir ağızdan bilen bilmeyen eşlik etmeye çalışırdı. Yine o günlerin birinde radyodan türkü dinleyerek bizim evin önünden geçen çamaşır kafilesinden Hafize Teyze ses etmiş, “Yuuu, a Zülüf Kadın Abam, senin türkü çıktı, gel get haydi!” diye. Radyoda, “Şafak söktü yine Sunam uyanmaz,” türküsünü duyunca pencereden bağırmış annem, “Kapatın, kapatın! Dinleriz kaldığı yerden!” Hafize Teyze bu, ağzında bakla mı ıslanırmış, önüne gelene gülerek anlatıvermiş olan biteni. Gel zaman git zaman ne vakit radyoda bir türkü çıksa, “Kapatın, kapatın! Dinleriz kaldığı yerden!” diye eğlenmişler ananenizle. “Yavrum,” derdi, “babanız olacak o münevsiz saklamayaydı radyonun pilini, bize de kullandırtaydı çenesi çekilesiceyi, köyün diline düşmezdi ananız. Nereden bileyim, düğmesi kapanınca kaldığı yerden devam ediyor sandıydım meret.” 

*** 

Çocukluğumun hafızasında, sandığının yanındaki minderde oturan, tonton mu tonton, yanakları al mı al, sabun kokulu, pamuk şekeri kıvamında biri olarak canlanıyor ananem. Sandığından avuçlayıp aldığı bayram şekerlerini torunlarına gösterdiğinde masal vakti gelmiş oldurdu. Yamacına şeker için mi toplaşırdık yoksa masal için mi bilemiyorum. Her masalda bir türkü mutlaka yer alır ve masaldaki kahramanın ağzından ananem o türküyü okumaya başlardı. Ya masaldaki karga ağaca konduğunda, “Evlerinin önü mersin” türküsünü okurdu ya da ormanda yürüyen avcı “Sunayı da deli gönül Sunayı” adında bir türkü tutturmuş olurdu. Teknesiyle denize açılan balıkçı bir türkü havalandırırdı “Denizin dibinde Hatçam demirden evler” diye ya da ağustosböceği karınca ile konuşurken sırtından bağlamasını indirip “Tin tin tinimini hanım” diye bir türkü söylerdi. Araya girip sorardık, “Anane, ağustosböceği nereden bilsin “Tin tin tinimini hanımı”, karga ne bilsin “Evlerinin önü Mersin’i.” Her defasında verdiği yanıt aynı olurdu, “Tabii bilir çocuğum, elbet onların da vardır radyoları…” 

Zaman işte, sadece geçerken hızlı. Yaşananları, o Anları zamanın darasına çekmek mümkün mü? Hele de sonunu bildiğimiz bir şeyse yaşadığımız şu hayat. Şimdiyi değil, geçmişteki Anları birbirine bağlayıp, geçip gitmesin istiyoruz. Hatıralardaki ısrarımız nedendir yoksa; süre uzatmak bir çocukluk haliyken üstelik… 

Üniversiteye yeni başlamıştım. Köy, kasaba, küçük Anadolu şehirleri derken kocaman, bir lebiderya şehrin sokaklarında buldum kendimi. Her şey yabancı, renksiz, mesafeli… İnsan böyle anlarda sanki bütün yolların çocukluğa çıktığı bilinçdışı bir yolculukta buluyor kendini. Bir şair1 söylemiş, “Dünyaya bir kez çocukken bakarız, gerisi hatıradır.” Ananesinin dizinin dibinde masal dinleyen çocuk şimdi kalabalık bir amfide belki de merhaba deyip gülümseyerek selamlaşamayacağı, göz göze gelemeyeceği bir hocadan makro-mikro ekonomi dersi alıyor. Yıllar sonrasında söyleyebilirim ki Hoca Lorenz Eğrisini anlatırken kulağımda ağustosböceğinin söylediği “Tin tin tinimini hanım” ya da karganın söylediği “Evlerinin önü Mersin” türküsü çınlıyordu… 

Ananemin dizinin dibinde masal dinlemeyen tek kişi vardı; en büyük teyzemizin oğlu. Masal çağını geçmişti. Biz masal dinlerken dedemle birlikte altmışaltı oynarlardı. Bir gün üniversitenin arkasında, Süleymaniye’deki Adıyamanlılar Lokantasında buluştuk. Kaldığım öğrenci yurdunun yemekhanesinin yemeklerinden sonra lezzetiyle şölen havası kıvamındaki masada durmaksızın tıkındığımı hatırlıyorum. Sessizliği, tatsız tuzsuz konuşması çok aşina olduğum bir durum değildi teyze oğlunun. Hâl hatır sorduktan sonra bütün ailenin temsilcisiymiş gibi önce dersleri sonra da bir şeylere karışıp karışmadığımı eşeleyip deşeledi. Daha çok anlatan ben gibiydim çatal kaşık ve ağzımdaki lokmanın verdiği izin oranında. Sanki bir şey söyleyecekmiş de söylemek için uygun ânı bekliyormuş gibiydi suskunluğu. Lokanta kalabalık değildi. Teyze oğlunun sessizliği radyoda okunan haberleri daha duyulur hale getiriyordu. Sanki yağmurlu ve yer yer sağanak yağıştan söz etmiyordu spiker. Beşiktaş deplasmandan evine yenilgiyle dönmemişti, enflasyon canavarı birkaç adım daha zıplamamıştı, vize sınavları denen saçmalık yoktu… Ağzımın tadı yerindeydi. Karnımı doyurmanın değil de damağımdaki tadın mutluluğuyla muzip bir gülümseme yayılıyordu yüzüme. Bu bulunmaz mutluluk sürsün istiyordum. Sanki yemek bitince her şey gerçek olacakmış gibiydi. Tada tat katmak için tatlısız olmamalıydı elbette bu şölen. Şırasında yüzen şekerpare kaymağı oldu masanın. 

Haberler bitmiş, radyodan Yurttan Sesler Korosu anonsu yapılmıştı. Bir türkü başladı; “Şafak söktü yine Sunam uyanmaz, hasret çeken gönül derde dayanmaz…” Yüzüme yayılan gülümsemeyle teyze oğluna baktım. Anılarımız bizi koronun bir parçası yapıp türküye eşlik ettirecek kadar güçlüydü. Sadece filmler değil ki, bir türkü de zamana mühür basar, hafızayı canlandırır, kalbi tatlandırır. Sadece söylemekten ve dinlemekten çok daha fazlasıdır çünkü. Teyze oğlunun donuk, acı dolu bakışları karşısında yüzümdeki gülümseme aniden çözüldü. Bakışlarımız asılı kaldı birbirimizin yüzüne. An zamanı bütünler elbette, peki Ânı bütünleyen nedir. Asılı kalınacak duvara benzer bir yüz ifadesi mi? Kafam karmakarışık. Ağzımın içinde bir fırtına başladı sanki. Bütün tatlar yerle yeksan. Acı bir tat her yerde; havada, lokantada, sokakta. Kurumuştu adeta her şey. Sessiz ve de nefessizdik…  

“Çektiğim gönül elinden, usandım gurbet elinden…” Türkü, o sessizliğimizde içimizdeki tünelden geçen trenin çaldığı acı siren sesi gibiydi. Elimdeki çatal, ucundaki son iri lokmayla birlikte düştü tatlı tabağına, şırayı bütün masaya sıçratarak… 

1 Louise Glüek