Yılın en iyi filmleri yaz aylarıyla birlikte sökün ediyorlar. Değerli sonbahar ve kış aylarında değil de

BİR AYRILIK
Ayrımlar ve ayrılıklar üzerine

Yılın en iyi filmleri yaz aylarıyla birlikte sökün ediyorlar. Değerli sonbahar ve kış aylarında değil de eskiden ikinci vizyon filmlerin gösterildiği ‘ölü’ sezonda. Sezon canlanmış filan değil, iş yapacak filmler bu dönemde heba edilmiyor, dolayısıyla meydan sanatsal değeri olan filmlere kalıyor. Geçtiğimiz haftalarda da Mike Leigh’nin 2010’da Cannes’da yarışan ama anlaşılmaz biçimde ödüle layık görülmeyen başyapıtı ‘Ömrümüzden Bir Yıl’ vizyona girmişti.  Bu hafta gösterime giren ‘Tanrılar ve İnsanlar’ Cannes’da aynı yıl Büyük Ödül almıştı. ‘Bir Ayrılık’ ise bu yıl Berlin’de en iyi film, en iyi erkek ve en iyi kadın oyuncu ödüllerini alarak büyük bir başarıya imza attı. ‘Tanrılar ve İnsanlar’ın ödülünü abartılı bulurken ‘Bir Ayrılık’ın ödüllerine aynen katılıyoruz. Filmde ayrılık sözcüğü farklı anlamlara geliyor. En ön planda Nadir ile Simin isimlerindeki erkek ve kadının ayrılık süreci var. Buna neden olarak ise Simin’in ülkeden ayrılma isteği bulunuyor (bu haftanın diğer filminde de ülkeyi terk etme/etmeme teması var). Nadir ülkesi İran’da kalıp Alzheimer hastası babasına bakmak zorunda hissediyor kendisini. Simin ise kızının geleceğini kurtarma derdinde. İran’ı bir kız çocuk yetiştirmek için uygun bir ülke olarak görmüyor.
 
FİLM BOYUNCA PERSPEKTİF DEĞİŞİYOR
Fakat ayrılık kelimesinin içi en çok sınıfsal ayrım konusunda doluyor. Sınıfsal önyargılar, öfkeler, nefretler… hepsi Simin ve Nadir’in ayrılığı sırasında kendisini sahnede buluyor. Simin’in evden ayrılması üzerine Nadir, 10 yaşındaki kızı Termeh ve hasta babasıyla yaşamaya başlıyor. Babasına bakması için Raziye adlı yoksul bir kadınla anlaşıyor. Ama bir gün eve geldiğinde babasını yatağa bağlı, Raziye’yi ise evin dışında buluyor. Raziye eve geldiğinde ise kadını sorumsuz davranışından dolayı suçlayıp itiyor. Ayrıca Raziye’nin para çaldığından da şüpheleniyor. Tipik bir ev sahibi, temizlikçi kadın vakası yani. 
Daha sonra Raziye hamile olduğunu ve itmeye bağlı olarak çocuğunu düşürdüğünü iddia edecek ve dava açacaktır. Film boyunca perspektif sürekli değişiyor, kah Raziye’yi sorumsuz ve yalancı biri olarak görüyoruz, kah Nadir’i. Raziye’nin kocası Hocat ise sınıfsal öfkesiyle, maddi sorunları arasında kısılmış kalmış. Bazen onurunu kurtarmak peşinde, bazen para tırtıklamak,  bazense sadece sınıfsal öfkesini kusmak.
İran deyince aklımıza hep rejimin ideolojik niteliği, İslamiliği aklımıza gelir, ekonomik düzenin niteliği tartışılmaz. İran’da keskin sınıfsal ayrımların olduğu kapitalist bir rejimin varlığından kimse söz etmez. O zaten doğal olandır sanki. Yoksulların daha dindar, İslam’a daha bağlı oluşları ise bilinen bir çelişkidir. Rejim hem en çok onları hem de en az onları temsil eder. AKP’nin Türkiye’deki konumu gibi.
‘Bir Ayrılık’ İran’daki sınıfsal ayrıma, hem ideolojik hem de ekonomik açıdan bakıyor, farklılığın bireyler üzerindeki yansımasını çok iyi saptıyor, ne dine dayalı ahlakın ne de seküler ahlakın yanında tavır alıyor. Yönetmen Asghar Farhadi bireysel ahlaki sorunları çözmek zor iş ama bakın bu insanlar ekonomik olarak fena halde kıstırılmışlar, bu konuda bir şeyler yapılabilir der gibi.
Bu yıl Cannes’da izlediğim ve Mahmut Resulof’un ‘Görüşmek Üzere’ adlı filminde de filmin hamile kadın kahramanı ülkesi İran’dan ayrılmaya çalışıyordu. (Resulof bu filmiyle ‘Belirli Bir Bakış’ bölümünde en iyi yönetmen ödülü aldı). İnsanın kendi ülkesinden ümidini kesmesi ne korkunç!  Son seçimlerden sonra Türkiye’de birçok insanın aynı ruh halinde olduğunu düşünüyorum. ‘Bir Ayrılık’ı kaçırmayın. Usta işi bir film. 

TANRILAR VE İNSANLAR
Gitmek mi zor, kalmak mı?
Varlığımı  Amerikalı misyoner bir doktora borçluyum. Babam, kendisine sıtma teşhisi koyan ve inatla yanlış tedavide ısrar eden doktorların elinden paçayı yalan söyleyerek kurtarmış. Onları iyileştiğine inandırmasa, ölecekmiş. Bu dediklerim 1930’ların sonu ya da 1940’ların başlarında Tarsus’ta bir hastanede yaşanmış. Hastaneden kurtulan babamın hastalığının zatürre olduğunu Amerikalı misyoner bir doktor teşhis etmiş. Babam Amerikalı doktor tarafından tedavi edilmese ve ölseymiş, ben de doğmuş olmayacaktım. Bu olayı tek başına bir filmde anlatsam, çıkacak anlam farklıdır, olayları tarihsel bir perspektif içinde, öncesi ve sonrasıyla anlatsam çıkacak anlam farklı. Mesela yıllar sonra ABD’nin desteklediği bir darbenin ben ve benim gibilerin üzerine kâbus gibi çöktüğünü de anlatırsam filmin anlamı çok değişir. Ama yapılan iyilikler de, kötülükler de aynen kalırlar. Yaşanan, yaşanmıştır bir kere.
Fransa ile Cezayir arasındaki ilişkilerin bütününü anlatması bir filmden beklenemez. ‘Tanrılar ve insanlar’ Cezayir’de 1996’da öldürülen bir grup misyoner rahibin son günlerini anlatıyor. Film İslam’a yönelik anlayışına, yönetmeninin ‘laik’lik iddialarına rağmen, sonuçta bir grup ‘gerçek’ Hıristiyan’ın fedakârlığı ve radikal İslamcıların vahşetine dair bir hikâye anlatıyor.
Cezayir ile Fransa ilişkisinin tarihini anlatmak bu yazıyı da, beni de aşar. Ama kısaca: bir zamanlar “Cezayir Fransa’dır” dermiş Fransız sömürgeciler. Fransa 600.000 Cezayirliyi öldürmüş ama Cezayir yine de bağımsız olmuş. Fransa elini eteğini çekmemiş Cezayir’den. 1991’deki seçimlerin ilk aşamasını İslami Cephe kazanınca, laik Cezayir ordusu darbe yapmış. Fransa ve uluslararası toplum bu darbeye alkış tutmuş, kimsenin aklına “seçilmiş hükümet” falan demek gelmemiş. Çünkü İslami Cepheciler ‘ılımlı’ değillermiş. Bu darbeyi 2000’e kadar süren bir tür iç savaş izlemiş. 150 ila 200.000 kişi bu iç savaşta ölmüş. Yıllarca İslamcıların katliam haberleriyle çalkalanan ‘dünya’ sonunda radikal İslam’ın ezilmesiyle rahatlamış.
CEZAYİR’DE KALMANIN BEDELİ
‘Tanrılar ve İnsanlar’ kanlı iç savaşın ortasında, 1995’te başlıyor. Vahşi cinayet haberleri geliyor her yerden. Genç kızların tesettüre (hicaba) girmedikleri için öldürüldüğünü söylüyorlar. Filmde işlenişini gördüğümüz tek cinayet(ler) radikal bir İslami örgütün, sırf Hıristiyan oldukları için Hırvat işçileri öldürüşü oluyor. Bu haberi alan misyoner Hıristiyan rahip grubu sıranın kendilerine geleceğini düşünmeye başlıyor. Bazıları Cezayir’i terk etmeleri gerektiğini düşünüyor, bazıları ise kalmaları gerektiğini. Sonunda kalıyorlar ve korkulan başlarına geliyor.
Film, İslamı söylem düzeyinde şeytanileştirmiyor. Filmin kahramanı rahipler her zaman Kuran’a ve İslam’a içten bir biçimde saygılı olduklarını ifade ediyorlar, öyle de davranıyorlar. Arıcılık yapıyorlar, tarım yapıyorlar ve hasta köylüleri tedavi ediyorlar. Bunun dışında bol bol da dua ediyorlar. Azizler nasıl yaşarsa öyle yaşıyorlar, tamamen arınmış tamamen saf ve temiz bir şekilde. Hayatları tehlikeye girince, bir miktar tartışıyorlar gitme seçeneğini. Sonunda çok ikna edici argümanlar geliştirmeden kalmayı ve ölmeyi seçiyorlar. Halk çekiyorsa, biz de çekeriz aynı kahrı diyorlar. Hatta çok daha fazlasını… Çekilemeyecek kadar fazlasını…
Her şeyi damıttığımızda geriye kalan, altın kalpli Hıristiyanlar ile onları öldüren vahşi Müslümanlar oluyor. Çünkü bize gösterilen bu. Ne Fransız hükümeti destekli ordunun katliamlarını ne de doğrudan Fransız ordusunun yapmış olduklarını görmedikçe, bağlam oturmuyor. (Benzer bir tavrı birkaç yıl önce Cezayir Savaşı sırasında geçen “İçimizdeki Düşman- L’Ennemi intime”  filminde de görmüştük.) Evet, film sözel olarak değişik karakterler aracılığıyla bu aktörlerin işlediği suçlardan da söz ediyor ama nihayetinde bu suçları göstermiyor. Geriye çocuklarının günahları için ölen Fransız Hıristiyan baba figürleri kalıyor. Liberation gazetesinin eleştirmeni bu tavrı boşuna yumuşak pederşahilik olarak nitelendirmemiş.