Yankı Yazgan "Üç önemli zorlayıcı yaşam olayı nedir desek, cevabını insanlığın ruhsal dünyasını kuşaklar ötesi temsil edip aktaran türkülere şarkılara baksak, ‘ayrılık, yoksulluk, ölüm’ diyebiliriz" diyor.

Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm

Söyleşi: Funda Dörtkaş

Funda Dörtkaş’ın sorularına verdiğim cevaplardan oluşan bu metin kısaltılmış şekli ile CHP Belediye Gazetesinin 9/2023 sayısında yayımlanmıştı.

İnsan ruh sağlığını biçimlendiren toplumsal düzeydeki etkenler: Göçlerle gelen ayrılıklar, savaşlar ve doğal afetlerle gelen ölümler, hepsinin etkisini katlayarak ortak paydasında yer alan yoksulluk. Yoksulluk ruh sağlığını nasıl etkiliyor?
Ruhsal yapımız içinde olduğumuz sosyal, ekonomik ve ekolojik buhranın etkilerinden soyutlanamaz. Buhran karamsarlığı artırıyor, karamsarlık tek başına zarar verici bir duygu olmasa da derinleşmesiyle beraber gelen boşunalık duygusu, umutsuzluk ile beraber olunca meselelerin içinden çıkış aralıklarını, “çatlaktan sızan ışıkları” gözden kaçırmamıza sebep olabilir.

Üç önemli zorlayıcı yaşam olayı nedir desek, cevabını insanlığın ruhsal dünyasını kuşaklar ötesi temsil edip aktaran türkülere şarkılara baksak, “ayrılık, yoksulluk, ölüm” diyebiliriz. Zorlayıcı yaşam olayları içinde özellikle yoksulluğun yeri kritik. Yoksulluğun kişisel bir beceriksizlik, başarısızlık işareti olarak görülmesiyle beraber artan psikolojik etkisi bireysel düzeyde en basitinden kendi değerini bilmemeyi getiriyor.

Yoksulluk ile gelir dağılımı eşitsizliğini beraberce ele almak gerekir. Toplumsal gelir eşitsizliği ne kadar artarsa depresyon riski de o kadar artıyor. Örneğin, Patel ve ark’nın 2018’de yayımladıkları meta analiz çalışması, gelir eşitsizliğinin depresyon ve anksiyete ile ilişkisini kesin biçimde ortaya koydu. Özellikle kadınlar ve toplumun en düşük gelirli kısımları depresyondan daha fazla pay almaktalar.

Gelir eşitsizliğini sadece bir kısım insanın diğerlerinden daha fazla para kazanması ya da parası olması gibi düşünmeyelim. Gelir uçurumunun derin ve geniş olduğu toplumlarda sosyal statü çok ön plana geçmekte, eşitsizliğin kapatılamazlığı mutsuzluğa, sosyal uyumsuzluğa, ahlaki değerlerde gevşemeye ve sağlık problemlerine yol açmakta. Sağlıkla ilgili en ciddi sonuçlardan birisi kişinin özbakımını aksatması veya hastalık belirtilerini umursamaması, bu durumun tanıda gecikmelere yol açması oluyor.

Zorlayıcı yaşam olayları özellikle çocukların ve gençlerin yaşamında bugünle sınırlı kalmayan, hatta esas etkisi gelecekte gözlenen ruhsal değişiklikler, sosyal davranış değişiklikleri ve beyin gelişimi farklılıkları doğuruyor. Yoksulluğun beyin gelişimi üzerine etkilerini daha önce değişik yazılarda dile getirmiştim. Kısaca hatırlatırsam, yoksulluk beyin gelişimini özellikle kortikal gelişimin göstergesi olan beyin yüzölçümünü azaltarak gösteriyor; beynin kıvrımları ölçüsünde artan beyin yüzeyi bilişsel gelişim ile doğru orantılı. Ancak beyin yüzeyi de yoksulluk derinleştiğinde “küçülüyor”, düşük gelir gruplarında beyin gelişimi daha yavaşlıyor. Yaşam süresi göstergesi olan telomer gibi genetik materyallerin kalitesi yoksullukla ve toplumsal eşitsizlik hiyerarşisinin altlarına düştükçe kötüleşiyor, ömür kısalıyor. İstismar, kötü muamele, toplumsal şiddet, dışlanma ve ayrımcılık gibi zorlayıcı yaşam olayları ile karşılaşarak büyümüş çocukların ruhsal durumlarındaki bozuklukların yanı sıra özellikle yetişkinliğe eriştiklerindeki kalp ve damar hastalıkları riskleri artıyor.
Beyin gelişimindeki bu negatif farklılaşma bilişsel kazanımlara yansıyor, odaklanmakta ve öğrenmekte zorluk, peşi sıra başarısızlık geliyor. Okul, her türlü eksiğine rağmen, zor koşullarda büyüyen ve ev koşullarında gelişimi bir türlü hızlanamayan milyonlarca çocuk için büyük bir gelişim fırsatı sunabilir. Eşitsizliğin derinleşmesini önleyerek bir “eşitleyici” rol oynamasını sağlamak temel bir toplumsal mücadele hedefi olmalıdır.

Yoksulluk “yapısal şiddet” olarak tanımlanmakta. Bu niteliği ile yoksulluk ruhsal durumu zorlayıcı, dağıtıcı, gelişimini ketleyici bir rol oynamakta. Dahası yoksullaşma, toplumsal statüdeki değişiklikler, bilhassa aşağıya doğru sürükleniş kendini toparlamayı, kendini toparlamak için gereken umudu azaltarak, hatta yok ederek, özellikle çocukların geleceğe bakışlarını karartarak etkiliyor. Geleceğe bakışın karanlıklaşması bugün gelecek için yapılacak olanları, okula devam, bir beceri kazanma, toplumsal kurallara ve beklentilere uyum, hatta iyi beslenme, spor yapma gibi davranışları yapmamayı ve reddetmeyi getiriyor. Bir anlamda karamsarlık ile umutsuzluk diyebileceğimiz ikili duygu/düşünce hali, yarını olmayan bir bugünde yaşamanın rahatlığını tercih etmeyi doğuruyor.

Dışarıdan bakıldığında ruh durumu her zaman negatif gözükmeyebilir, vur patlasın çal oynasın görüntüleri ile sıkıntısını dindirme çabalarını gerçek neşe ve eğlenebilme ile karıştırmak kolay. Bazı intihar olgularında hemen öncesindeki ruh hali için “çok iyi gözüküyordu” yorumunda kendini belli eden şaşkınlık dışarıya yansıyan ile gerçek ruh durumu arasındaki uyumsuzluktan kaynaklanır. İyimser olalım dendiğinde gerçekçi ve bir gelecek hayaline dayalı olmayan, “günümüzü gün edelim iyimserliği”nin de sonrasını düşünmemenin başlamasıyla ortaya çıkan, öldürücü bir potansiyeli var.

Yankı Yazgan

Türkiye’de her alanda yoksulluk giderek derinleşiyor. Eşitsizliği belirgin hale getiren yoksulluk bireyler arasındaki ilişkileri, toplumsal yaşamı ve kamusal hizmetleri hangi açılardan farklılaştırıyor?
Ülkemizdeki çocukların büyük bir kısmının eğitim ve sağlık hizmetleri kamusal kaynaklarla karşılanıyor; öte yandan yoksul ve dar gelirli katmanlardaki çocukların gittiği okullar ile bırakın özel okulları, daha üst gelir gruplarındakilerin gittikleri kamu okulları arasında bile farklar çok fazla. Örneğin, sınıf nüfusu kıyaslamalarında kendini belli eden bu fark, kalabalık sınıflı okullarda dikkat ve öğrenme sorunlarını neredeyse diğer okulların 3 katına çekebiliyor. Okula devam sorunları ya da zorbalık gibi okul ruh sağlığı ve okulun sosyal duygusal iklimi ile ilişkili sorunlar da yoksul/düşük gelirli çocukların olduğu okullarda daha sık. Bu okullardaki öğretmen ve yöneticilerin daha çok yıprandığını, öğrencilerinin (ve ailelerinin) içinde olduğu kıskaca onların da bir biçimde yakalandığını görüyoruz.

Pandemi dönemini hatırlayın, zaten varolan eşitsizliklerin üzerine pandemi dönemi kısıtlamaları gelip eklendiğinde, yoksul ve dar gelirli katmanlardan çocuklarla değişik dezavantajları olan (özel gereksinimli, sığınmacı, kronik sağlık sorunları gibi) çocuklar için okulun kapalı kalması hayata açılan bir pencerenin kapalı kalması gibi oldu. Bu dönemde oluşan açıkların etkilerini gelişimde hâlâ hissetmeye devam ediyoruz.

Özellikle yoksulluk ve eşitsizliğin giderek arttığı, toplumsal huzuru ve barışı etkileyen bir noktaya geldiği ülkemiz ve ABD gibi toplumlarda, okulun eşitleyici etkisini arttırmak öncelikli gözüküyor. Okulun bu eşitleyici etkisinden yararlanmayı belirleyen etkenlerin başında ise “okula devam” geliyor. Okula devamlı öğrenciler bu devam ne kadar uzun süreli ise o kadar çok yararlanıyorlar. Hem akademik hem psikolojik gelişimleri yıl boyu süren ve kesintilerin az olduğu bir okul düzenine bağlı. Devamlılık ve gelişim arasındaki bu pozitif bağlantı en çok düşük sosyoekonomik düzeydeki öğrenciler için geçerli. İşin kötüsü, en çok devamsızlık da aynı kesimdeki öğrencilerde. Düşük gelirli ve dezavantajlı gruplarda çok erkenden çalışma hayatına girme, ev emekçisi olma gibi sebeplerle okula devam aksıyor, okuldan kopma kolaylaşıyor. Bu gözle bakıldığında okullara devamı önleyen gerçek etkenleri saptamak gerekir. Örneğin, okula gönderilmeyen kız çocuklarının eğitime devamı için “çözüm” olarak sunulan “karma eğitimi kaldırma” fikirlerinin ideolojik kaynakları bir yana, devam sorunlarının neredeyse tümünün yoksul, baskı altında olan toplumsal kesimlerde olduğunu “görmüyor” olması asıl mesele.

Okulların çocukların kendilerini güvende hissettiği iklimlere sahip olması, toplumun barışını ve refahını bozucu en önemli unsur olan eşitsizliğin telafisi açısından anlam taşıyor. Okullarda çocuklara ve gençlere ücretsiz yemek sağlanması ile bu konuda adım atılabilir.