Antik Sahaf İsmail, yirmi beş yıl önce elini buladığı bir harçla, Tarsus’un üzerine edebî bir kubbe örmeye başlıyor. Bıyıkları henüz terlemiş bir delikanlıyla İhsan Oktay Anar’ı karıyor, akça pakça utangaç bir genç kıza Firuzan’ı buluyor, yazmaya heves etmiş bir acemiye Masumlar diyor, “Hele Burhan Sönmez’i de bir oku da.”

Bir bağımsız kitapçının kubbesi altında: Masa da masa hani!

Arlin Çiçekçi - Yazar

“… belki de birileri inatla inanmalı. Belki de bazen ‘yanlış bir hayat’ın orta yerinde, göstere göstere ‘doğru’ yaşamalı.” 

“‘Eski’ ile ‘yeni’, dünyadaki bütün duyguların bir tarafa yönelme duygusunun iki zıt kutbunu temsil ederler. ‘Eski’ olmadan yapamayız, çünkü bütün geçmişimiz, bilgi birikimimiz, belleğimiz, kederimiz ve gerçekçilik duygumuz geçmiştedir. Fakat ‘yeni’ye inanç duymadan da yapamayız, çünkü bütün enerjimiz, iyimserlik kapasitemiz, kör biyolojik özlemlerimiz ve onsuz hiçbir şeyle barışmamızın mümkün olmadığı iyileştirici gücü somutlayan unutma yeteneğimiz geleceğe yöneliktir.” 

Osman Akınhay çevirisiyle yayımlanan Başkalarının Acısına Bakmak adlı denemesinde eski ile yeninin ilişkisini bu cümlelerle sorguluyor Susan Sontag ve unutmayı, bir yandan iyileştirici işlevi olan bir yetenek olarak sunarken bir yandan da her yetenek gibi kontrolsüz kullanıldığında bunun bir tehlike yaratabileceğini hatırlatıyor bir anlamda; en azından bu savın bana düşündürdüğü bu oluyor.  

Şu sıralar eski ile yeniyi, bu ikilinin bir arada yaşayabilme ihtimalini yeniden düşünüp tartmama seyrettiğim bir belgesel vesile oldu. Belgeselin adı Kitapçı.  

Yayıncı ve yazar olarak tanıdığımız Nazlı Berivan Ak, Antik Sahaf Kitabevi’ni ve kitabevinin kurucusu İsmail Kün’ü odağına alarak bağımsız kitapçıların kent kültüründeki önemine dikkat çeken bir anlatım sunuyor bizlere, ve ezberden çekip alınan fasarya bir “Ah o eskiler!” güzellemesine bel bağlamadan; izleyicisini sepya efektlerin yahut pespaye bir müziğin zahiri hüznüne muhtaç etmeden, edebiyatı, okur-yazar ilişkisini, bir nesne olarak kitapla ilişkimizi, sıra sıra diziyor kent ve kültür eksenine. Ne düşünüyorsa onu söylüyor, neye cevap arıyorsa samimiyetle onu soruyor, böylece bize de konu üzerine düşünme fırsatı veriyor. 

Nazlı Berivan Ak, şöyle başlıyor belgeseline; “Kentin (Tarsus) kalbinde yirmi beş yıl önce açtığı kitabeviyle, kültür adacığı kuran İsmail Kün.” 

Nam-ı diğer Antik Sahaf İsmail. 

Belgeseli izledikçe anlıyoruz ki İsmail Kün pek de bu devrin adamı değil, doğup büyüdüğü kente benziyor o da. Tarsus gibi, antik. Fakat ne hikmetse Tarsus’un gençlerinin dilinden en çok da bu antik kitapçı anlıyor. Dinliyor, anlatıyor, konuşuyor, buluşturuyor. Yeniyi eskiye, eskiyi yeniye, yazarı okura, okuru kente bağlıyor. Durmuyor devletin bile unuttuğu devlet okullarına kütüphane kuruyor, Aydın Korçak bir cephede, Çiğdem Korçak başka bir cephede, dertleri tasaları “Daha çok okunsun!” ve varsa yoksa çocuklar, gençler... Çalışanlarını bile müdavim okurlarından seçiyor. Doğrusu, hayli tuhaf insanlar. Kim uğraşır? Uğraşıyorlar işte.  

Antik Sahaf İsmail, yirmi beş yıl önce elini buladığı bir harçla, Tarsus’un üzerine edebî bir kubbe örmeye başlıyor. Bıyıkları henüz terlemiş bir delikanlıyla İhsan Oktay Anar’ı karıyor, akça pakça utangaç bir genç kıza Firuzan’ı buluyor, yazmaya heves etmiş bir acemiye Masumlar diyor, “Hele Burhan Sönmez’i de bir oku da.” Gün geliyor, adı sanı duyulmamış bir yazarın ilk kitabı çıkıyor… Bunca kitabın arasında bir o eksikti, kim umursar yeni yazarı? Antik Sahaf umursuyor. Kulağına gitmesin ama, bildiğiniz “çatlak”, hani şu ışık sızdıranlarından. Elinden geldiğince okuyor yeni yazarları. Ölçüyor, tartıyor, gözüne kestirdiği bu namsız kalemleri de özenle ördüğü kent kubbesine ekliyor. Bir yerde bir kubbe varsa altında temaşa olmaz mı hiç? Namlı-namsız, eski-yeni cümle yazarı, o kubbenin altında buluşturuyor. Kimler dizilmiyor ki o yarısı komşu esnaftan emanet sandalyelere? Kentin bıçkın delikanlısı orada, tekel bayisi orada, kebapçının karısı, aşçının yamağı, öğretmenin kızı, tesisatçının oğlu, tiyatrocusu, hâkimi, tezgâhtarı… Öyle güzel, öyle müstesna bir yan yanalık ki nice kalabalıklar görmüş namlı yazar bile, yeri geliyor gizli gizli kirpiklerini kuruluyor. Böylesini ara da bul! 

Arar mıyız sahiden? 

Nazlı Berivan Ak, bu belgesel ile bize biraz da bu soruyu soruyor aslında. “Arar mıyız bu bir aradalığı?” 

Belgesel bir soruyor, seyreden iki ekliyor. 

Antik antikliğini bilsin de kenara mı çekilsin? Bağımsız kitapçıların kent kubbelerinde baki kalan hoş bir sada mı olsun?  

Bir eda, bi çalımla gelen bizim “afilli yeni” öyle buyuruyorsa varsın olsun, yeniliğin nimetlerinden de vazgeçmeye niyetimiz yok neticede, ama ya eskinin bizi doyurduğu yerlerden doyuramıyorsa “afilli yeni”nin menüsü ve soframız şen olamıyorsa… Lezzet on numara, servis beş yıldız, tabak çanak şıkır şıkır ama işte dünyanın en güzel yemeği de olsa insan istiyor ki “Masa da masa hani!” diyebileceği bir kalabalıkta yensin şu nimet.  

Elbet, yeri gelir bazı yemekler ev konforunda sipariş edilip yalnız da yenir, ama yeri gelir arar insan, hiç yoktan “Şu tuzu uzatır mısın?” diyebileceği bir sofradaş. İşte o sofralar da ancak böyle bağımsız masalara kuruluyor. Kitapçı belgeselinde İsmail Kün şöyle açıklıyor bu bağımsızlık mevzusunu: “Bağımsız kitapçının arkasında bir kurum yoktur, raflarına koyacağı kitabı kendi seçer, vitrinini kendi dizayn eder, hangi yayınevi ile çalışacağına kendi karar verir.” 

İsmail Bey’in bağımsızlık tanımı, kentin üzerine elleriyle inşa ettiği o nadide kubbenin altında gayet akla yatkın. Oysa, kubbenin dışına çıktığımızda ister istemez Adorno’nun o meşhur sözü yine hatırlatıyor kendini;  

“Yanlış bir hayat doğru yaşanamaz.”  

Yazarın yayıncıya, yayıncının sermayeye, sermayenin kâğıda, kâğıdın dövize, dövizin de saymakla bitiremeyeceğimiz politik/ekonomik/hukuksal yanlışlara tabi olduğu bir sektörde ve yoksulu ensesinden, mualifi bileklerinden, işçiyi güdümlü sendikasından bağlamış bir ülkede bağımsızlığı kim kaybetmiş de cirmi 40m2 olan bir taşra kitapçısı bulsun? Kim inanır? 

Ama işte, belki de birileri inatla inanmalı. Belki de bazen “yanlış bir hayat”ın orta yerinde, göstere göstere “doğru” yaşamalı.  

Olur da elâlemin Adorno’sunun lafına itibar etmezsek diye zamanında reytingi bol bir atasözünde başrol kapmış ünlü devemiz, Adorno’ya gönüllü tercüman oluyor; 

“Nerem doğru ki?” 

Peki her inadı kırılıp inen kitapçı kepengiyle kentin ve toplumun hafızasından yitip gidenlere dertlenmekten öte bizim payımıza düşen “doğru” ne olabilir? 

Tarsus’un Antik Sahafı, Konak’ın Yerdeniz’i, Alsancak’ın Zorba’sı, kedilerin Tapınak’ı, Kadıköy’ün Moda’sı, Caddebostan’ın Gergedan’ı, Taksim’in Homer’i, Bolu’nın Anka’sı, Mardin’in Kebikeç’i gibi daha nice bağımsız kitapçının sunduğu ve başka hiçbir sahada muadilini bulamadığımız o en hakiki yan yanalıktan aldığımız hazdan mahrum kalmadan, yeninin imkânlarından sonuna kadar istifade etmeye devam edebilecek bir yol bulur muyuz? 

Koskoca devletin kültür politikasının derman olmadığı yaraya biz bireysel çabalarla ve dayanışmayla bir merhem bulur muyuz? 

Susan Sontag’ın bir cevabı var ama o da neticede insan evladı. Çok da emin olmasa gerek ki, söylediklerinin sonuna iliştiriyor soru işaretini: 

“Bize hep eski ile yeni arasında bir seçim yapmamız gerektiği söylenir. Aslında biz, ikisini birden seçmeliyiz. Hayat, eski ile yeni arasındaki bir dizi anlaşmadan ibaret değilse başka nedir ki?” 

Susan Sontag’ın bile derdimize derman olmak yerine sorumuza soruyla karşılık verdiği bu yazıyı, önce Nazlı Berivan Ak’ın Kitapçı belgesini izlemenizi tavsiye ederek sonra da yıllarca ağzımızda döndüre döndüre yıprattığımız o soruya kendimce bir cevap vererek bitireyim. 

“Ne olacak bu memleketin hali?”  

Memleketin halinin ne olacağını bilmiyorum ama o gün kendimce yapabildiğim “doğru” her ne ise onu yapıyorum ve sandalyemi iyilerin, iyi bildiklerimin, iyi olsun istediklerimin masasına çekiyorum. Aynılar aynı sofrada olacaksa şayet, hiç yoksa yan yana duracaklarımı, cevabı henüz olmayan sorulara birlikte kafa yoracaklarımı, yemeğimi birlikte yiyeceklerimi seçiyorum.  

Soframız şen olsun! 

Şu tuzu uzatır mısınız İsmail Bey?