Yerden en fazla bir metre yukarıda, yedi veya sekiz minik ışık düzensiz daireler çiziyordu

Yerden en fazla bir metre yukarıda, yedi veya sekiz minik ışık düzensiz daireler çiziyordu. Ortaokula giden küçük bir çocuktum, hava yeni kararmıştı, deniz kıyısındaki ıssız kumsalda yürüyordum. Panikle tüm olasılıkları düşündüm: Ateş böcekleri olamazdı çünkü onlar aynı yükseklikte ve bu tip dairesel hareketler yapamazlardı. O halde geriye iki seçenek kalıyordu: bunlar ya uzaylıydı ya da cin. Korku filmlerindeki fısıltı gibi gülüşlere benzer sesler de duyunca, son ihtimalde karar kıldım ve korkuyla kaçmaya başladım.
En yakındaki “aile gazinosu”na kendimi dar attım. Tanıdık tek kişi olan Remzi Abi, eşiyle masalardan birine oturmuş bira içiyordu. Bembeyaz bir suratla yanlarına gittim ve gördüğüm tuhaf ışıkları anlattım. Remzi Abi beni sessizce dinledi ve garsondan bir bardak su getirmesini istedi. Suyu içmemi bekledikten sonra da dedi ki: “Şimdi tekrar oraya gitmeni ve bu işin aslını öğrenmeni istiyorum. Dediğimi yapacaksın, öğrenmekten kaçmayacaksın ve bunu tek başına yapacaksın. Aksi halde hayatın boyunca bir korkak olarak yaşarsın.”
Arkadaşım Alter geçenlerde şöyle dedi: “İnsan sevmediği biriyle başbaşa kalmak ister mi? Ben kendimi hiç sevmiyorum, bu nedenle sevmediğim bu kişiyle başbaşa kalmaktan hep kaçıyorum.”
Bir haftadır günlük yazmaya başladım ama hep yüzeysel konulardan bahsediyorum. Yazdıklarım daha çok, ileride o anki ruh halimi anımsamama yardım edecek işaretler gibi. İşaret var, köy yok. Günlük yazmak Alter’e mektup yazmak gibi bir şey.
İstemeye istemeye masadan kalkıp, az önce kaçarak uzaklaştığım yere doğru yürümeye başladım. Karanlık kumsalda bilinmez bir olayın üstüne yürüyen 12 yaşındaki ‘ben’ imgesi günlük yazarken aklıma geliverdi.
Daha sonra bu imge Tuz Gölü kıyıları gibi bembeyaz bir coğrafyada yürüyen Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan görüntüsüne dönüştü. Hava çok sıcak, çok kuru; Deniz, Yusuf ve Hüseyin yorgun ama kararlı bir şekilde yürüyorlar. Üçü de bazen arkalarına bakıyor, onları izleyen birileri var mı diye merak ediyorlar. Oysa arkalarında uçsuz bucaksız bir boşluktan başka bir şey yok. “Galiba kimse gelmeyecek” diye düşünüyor, üzülüp duraksıyorlar veya bana öyle geliyor. Zaten bu kısa sürüyor. Ellerinde değnekleri, bilinmez geleceğe doğru adım adım yürümeye devam ediyorlar.
Haftalardır “köşe yazısı” gibi yazılar yazmıyorum. Yazacak konu olmadığından değil, yazılarımı okuyan birilerinin varlığından şüphe ettiğimden. Yorumları genellikle zaten tanıdığım arkadaşlarım getiriyor. Facebook’ta iki ablam mutlaka “like” tuşuna basıyor; politik yazılar yerine yemek tarifleri yazsam yine beğeneceklerinden şüphem yok.
Arkadaşım Alter ise ne kendi yazdıklarını beğeniyor, ne de benimkileri. Bir söylediği bir söylediğini tutmuyor: Bazen bu sevimsiz, bağnaz, cahil, aptal ve faşist güruhu yerden yere vurmamı istiyor, bazen de bunun hiçbir anlamı olmadığını; sebat etmem ve umut verici metinlerle gençlere seslenenmem gerektiğini söylüyor. Duruma göre her dediğini yaptım aslında.
Yürürken arkama bakıyorum. Aile gazinosunu doldurmuş ailelerin birer birer ayağa kalktığını, kadınların, çocukların, erkeklerin elele verip, ardımdan geldiğini hayal ediyorum. Böyle olsa ne kolay olurdu işim. Oysa hiç kimse yok, yapayalnızım. Bu benim yürüyüşüm, benim yolum, benim savaşım. Hayatım boyunca korkak biri olmamak için bu yolda tek başına yürümek zorundayım.
Aksi halde ne olurum? Bu yolda yürümesem, geri dönüp kaçsam neye dönüşürüm? Korku ve bilinmezlik galip gelirse, bana ne olur?
Tuttuğu takım faul yapınca alkışlayan, rakip takım aynısını yapınca yuhalayan bir taraftar olabilirim örneğin. Veya silah bırakmış, açılımı, seçim sonuçlarını bekleyen 25 kişi öldürülünce gıkı çıkmayan, karşı taraf bir misilleme yapınca aslan kesilen bir ikiyüzlü; veya şifre olduğu tespit edilen bir sınavda kopya yok raporu verip 2 milyon çocuğun hakkını yiyen, üstüne de gözdağı veren tatminkar bir despot; gücünü tehdit, hile ve şantajdan alan yavşaklar sürüsünün sadık bir üyesi; ufacık çıkarı için her türlü kötülüğü yapmaya hazır bembeyaz bir Türk; okumayan, anlamayan, düşünmeyen, yorumlamayan, eti bile yenmeyen kart bir koyun...
Işıklara yaklaşıyorum. Arkadaşım Alter sinsi gözlerle izliyor beni. Geri dönüp kaçsam memnun bile olur bu melun. O halde ona niye “arkadaş” diyorum ki? Böyle arkadaş olmaz olsun; yansın, bitsin, yok olsun.
Günlüğümü kapatıyorum, bu günlük bu kadar yeter.
Kumsalda gördüğüm gizemli ışıkların ne olduğunu da burada yazmayacağım. Bu sır bende kalsın. O yolda yürüdüm ve öğrenmem gerekeni öğrendim, hepsi bu.
Şimdi sıra sende sevgili okur. Bir bardak su iç ve yürümeye başla. Korkularının üzerine git.
Issızlığında yürürken kendini yalnız hissedebilirsin. Boşuna arkana bakma, bir kişi bile ardından gelmez.
Ya yanında yoldaş olur, ya köyünde kalleş.