Marc Ferro’nun ‘Sinema ve Tarih’ adlı kitabını okurken, başlarda kurgu filmlerden ya da yazılı eserlerden (örneğin romanlardan) yola çıkarak tarih okuması yapmanın zorunlu olduğu durumlar aklıma geldi. Zorunluluk diyorum çünkü -kastım- uzun yıllarca tutukevlerinde kalmış kişiler bilirler ki; içeri sokulan kitaplar sınırlıdır, yasaktır ve yapılan okumalardan; tarihi de, sosyal olanı da, felsefeyi de çıkarsayarak örneğin yereli, gelenekleri, toplumsal tarihi yorumlama, bilgisini tazeleme ve sentezini yapabilme becerisini canlı tutsun. Biliyoruz ki imgesel olan, ekonomik işleyişin çözümlenmesinde ve geçmiş zamanların zihniyetinin incelenmesinde geniş bir bakış açısı sunabilir. Herhangi bir metinde ya da kurmaca filmde ‘tarihsellik’ bulunabilir. Örneğin savaşı ve kapitalizmi çok yönlü anlama ve sorgulama imkânı kazanmak da bunlardan biri.

Ferro sinemadaki tarih için;

(…sekanslardaki her sahne, tarihsel eleştirinin sabırla çözümlenebileceği tablolar sunuyor; tarihsel eleştiri, bu can damarı, epeydir ihmal edilmiş durumda” diyor.

Haber ve propaganda filmleri ile imgesel filmler, tarihçi için bu amaçta kullanılacak gereçler olabilir. Mat (Ana) ve Stachka (Grev) gibi filmlerle Pudovkin ve Eisenstein’ın o dönemin tarihe tanıklıkları kolayca okunabilir.

Marc Ferro ayn kitapta ‘Görüntü Krallığı’ başlıklı yazısında 60’lı yıllarda filmleri bir belge olarak inceleme ve böylelikle bir tür karşı-çözümlemesine doğru yönelme fikrinin gelişmesinden bahseder: “Altmışlı yılların hemen öncesinde seçkin sınıf ve yönetici kimseler, bir önceki neslin sinemayı hor gördüğü şekilde, televizyon görüntülerini görmezden gelme arzusundaydı. Siyasi çevreler ise bu durumdan yarar sağlama teşebbüsünde gecikmedi ve sonunda televizyon yayınları, o zamanın gündeminin de önüne geçerek, hem kültürel hem de siyasi bir mesele haline geldi.”

Sonraları video belgesele hizmet edecek şekilde araçsallaştırıldı ve şimdiki zamanın tarihinin video yoluyla yazılması gündeme geldi. Bunların içinde anılara ve sözlü delillere başvuran, filme alınmış araştırmalar da var.

Aslında görsel malzemenin bir tarihsel kaynak olarak kullanılması meselesi hem tarihçiliğin hem de tarih eğitiminin konusudur.

Sergei Eisenstein’ın Oktober (Ekim) ve Battleship of Potemkin (Potemkin Zırhlısı), Roberto Rossellini’nin The Rise of Louis XIV (14. Louis’nin Yükselişi) gibi filmleri seyredip beyaz perdenin penceresinden şimdi veya geçmişte doğrudan ‘gerçek’ bir dünyaya bir şekilde bakabileceğimiz düşüncesinden bahsediyorum.

“… belli bir zamanın ve mekânın insanlarının algıladıklarından kaynaklanan tarih olmaktan ziyade, şeylerin kendileri tarihtir. Alet edevatlar, kap kacaklar, silahlar ve mobilyalar, kitap sayfalarında çoğaltılan görüntü veya imaj öğeleri değildir; ancak insanların kullandığı ve kötüye kullandığı nesneler; bağımlı oldukları ve üzerlerine titredikleri nesneler; geçimlerini, kimliklerini, hayatlarını ve kaderlerini tanımlamaya yardımcı olan nesnelerdir.”

Robert A. Rosenstone’nun (Çeviri: Yalçın Lüleci) tespiti önemli;

“(…) film açıkça gerçeği yansıtmaz, onu oluşturur. (…) Kurgu ile tarih arasındaki fark budur. (…)”

Örneğin devrim ve ilerleme gibi yazılı metnin açıklayabileceği kelimeleri ya da kavramları film, belirli bir görüntüye ihtiyaç duymasıyla birlikte, hakkında genel ifadeler üretemez;

“(…) Bunun yerine film, -görüntülerde- özetlemeli, sentezlemeli, genellemeli ve sembolleştirmelidir. Umut edebileceğimiz en iyi şey, filmdeki tarihi verilerin, icatlar ve uygun görüntülerle özetleneceğidir. Tarihçinin görevi, bu filmsel tarihsel sözcük dağarcığının nasıl ‘okunacağını’ öğrenmektir.”

Kurmaca filmleri ve yazılı eserleri (örneğin romanları) bir belge olarak inceleme ve böylelikle bir tür karşı-çözümlemeler yapmaya sanırım bizde daha fazla ihtiyaç var.