Bazen bir söz, bir bakış veya bir tavır en büyük darbelerin yapamadığını yapar.

Bazen bir söz, bir bakış veya bir tavır en büyük darbelerin yapamadığını yapar. Mesleki faaliyetler ve siyasi uğraş da dahil, hayatın her alanında…

Göz altına alınmak bir darbe yemektir. Birilerinin sana, “Şu ya da bu nedenle senin özgürce dolaşmana izin vermiyorum” demesidir.

Seni evinden, eşinden, çocuklarından koparmasıdır; işine gitmeni, arkadaşınla buluşmanı, telefonda konuşmanı, sokağa çıkmanı, denize bakmanı, sevdiğin bir yemeği yemeni, bir konsere veya sergiye gitmeni, istediğin zaman istediğin yerde bulunmanı, uyumanı, sevişmeni, yazmanı, hatta canın istemediğinde hiçbir şey yapmamanı yasaklaması demektir.

Özgürlüğünün elinden alınması can sıkıcıdır, zordur, sınavdır…

Ne adına olduğunu bildiğinde ve kendini korumaya kararlı olduğunda bütün bunlara dayanma gücün var demektir.

Göz altına da alınsan kendini güçlü hissedebilirsin, hatta gücünü ve özgüvenini göz altına alınmanla özgürlüğünün bittiği mekana girme arasında geçen kısa zaman diliminde herkese gösterebilirsin.

“Güvenlik güçleri” eşliğinde evinden, işinden veya “her nerede yakalandıysan oradan” çıkıp resmi araca bindirilene kadar çevrendekilere gülümseyebilirsin, el sallayabilirsin, birkaç kelimeyle seslenebilirsin…

*      *      *

Sınırlı özgürlüğün bitiş noktası, resmi araca biniş anıdır. Ondan sonra dış dünyayla bağlantı kurma özgürlüğün daha da azalır. Ve kısa sürede biter.

İşte tam o anda, belki sen sınırlı özgürlüğünde birkaç saniye daha kalmış olabileceğini düşünürken, bir müdahale gelir. Hem de fiziki bir müdahale. Senin arabaya binme sürecine birileri elini senin başına koyarak müdahale eder.

Hangi kuralın gereğidir, bilmem, sormadım da. Göz altına alınan kişi kafasını araba kapısının tavanına çarpmasın, ya da kendini o kapıya bilinçli olarak vurup intihara kalkışmasın diye mi, başka bir nedenle mi…

Ama sonuçta o güne kadar hiç bilmediğin ve tam da özgürlüğünün sınırlandığı tatsız bir anda karşına çıkan yabancı birinin eli, senin yaşam alanına – hem de çok yakından – girer ve başına hafif bir baskı yaparak seni arabaya sokar.

İşte, nedense bugüne dek yüzlerce kez gördüğümüz ve doğal kabul edip sorgulamadığımız “o hareket”, görülecek baskıların ilk canlı işaretlerinden birisidir.

*      *      *

En son Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın başlarına uzanan “güvenlik gücü” ellerini ve bu aydınların arabaya biniş anlarını gördük.

“Resmi bir el” onları arabaya tıktı. Düşünen kafalarını bastırdı. Bu baskı, uzunca bir süredir yaşadığımız baskılarda yeni bir perdenin daha açılması anlamına geliyordu.

Gazeteci olmanın, kitap yazmanın, yorum yapmanın artık tümüyle tahammül edilmez bir konuma geldiğinin soğuk bir belgesi gibi, Nedim’in ve Ahmet’in kafasını özgür sokaktan resmi arabaya tıktı o el.

Epeydir devam eden, ama çeşitli kamplara ayrılmış gazeteciler ve öteki aydın kesimler açısından bile kolay anlaşılmayan bir sürecin yeni bir aşamaya taşınmasıydı bu an.

İktidar partisi, savcılar, içişleri güçleri, hepsi birlikte, “daha uzunca bir süre devam edeceklerinden artık pek kuşku duymadıkları bir döneme girmenin rahatlığıyla” hareket alanlarını genişlettiler.

Ergenekon tutuklamalarının açtığı ve referandumla temizlenen yolda “ileri hamleler” yaptılar.

Bu aşamayla birlikte, Ergenekon’un sınırlarının nerelere kadar uzandığı konusu, iyice dumanlanan ortam arasında kayboldu gitti.
 
Ve bu duman bulutu arasında eskisinden de kolay ilerleyeceğini sananlar, birdenbire ciddi bir muhalefetle karşı karşıya geldiler.

Direniş başladı.

Ne bu direniş yeterince güçlü ve geri dönülmez bir kararlılık içinde. Ne de iktidar bu direnişin mesajlarını alıp tutumunu yumuşatmış durumda. Ama yine de bu, bugünkü tepkilerin dünkünden daha güçlü ve kitlesel olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

*      *      *

Bu ülkede çok geniş bir kesim, ülke yönetimine askeri müdahaleye, darbe tehlikesine ve otoriter eğilimlere karşı çıkıyor. AKP tabanıyla falan sınırlı bir kamuoyu değil bu. Bu, özellikle son yılların kazanımı oldu. Ergenekon’a ve Ergenekonculuk’a hukuki alandan çok daha güçlü biçimde siyasi ve ahlaki darbe indirildi.

Ancak darbeciliğe karşı mücadelenin sınırlarını, her türlü muhalefetin bastırılması olarak genişletmekten yana olanlar da var. Başta iktidar. Ardından onun “koşulsuz yandaşları”. Daha sonra da, şu ya da bu nedenlerden dolayı, bir dönem iktidara destek veren ve o sırada söyleyip yazdıklarının esiri olarak bugün değişen durumu algılamakta az veya çok zorluk çeken aydınlar...

Bunların bir kısmı, bugün “Nedimler’in bile” özgürlüklerini kaybetmesi karşısında, “militan Ergenekon karşıtları” içinden bazılarının “Bu kadar da olmaz!” demesinden rahatsız olmuşa benziyorlar. “Dozu iyi ayarlanmış” bir iktidar eleştirisi eşliğinde, asıl olarak referandumda sergiledikleri “iktidara mantıklı destek” çizgisini sürdürmeye çalışıyorlar.

İktidar ne onları, ne de başka bir şeyi umursuyor. O, yeterli oy desteği ile her türlü tavrı rahatça sergileyebileceği hesabıyla dolu dizgin gidiyor.

Bu durum sürdükçe bugün Nedim’in ve Ahmet’in olduğu gibi, yarın da bir başka aydının (ve bu arada Ergenekon’la uzaktan yakından ilişkisi olmayan, hatta iktidara çeşitli biçimlerde destek vermiş olan kişilerin) başının üzerinde “resmi bir el” görebiliriz.

Bu eller, o düşünen kafaları özgürlük alanından koparıp resmi araçlara tıkacak, yeterince güçlü karşı tepki görmedikçe yeni yeni kafaları bastırmaya uzanacaktır.


Aşığız size, hepinize…

Eskiden bahçeniz kalın duvarlarla çevriliydi. Yüzünüzü göremezdik.

Bazen bir sanatçı veya sporcu olarak ortaya çıkar, aniden kaybolurdunuz.

Daha çok romanlarda ve filmlerde vardınız o zamanlar.

Sonra duvarlarınız yıkıldı.

Ve siz dışarı çıktınız.

Bütün dünya sizi gördü. Romanlar ve filmler hayata döndü.

Çoktunuz, hem de pek çok...

Ve hepiniz güzeldiniz. Hayran bıraktınız bütün erkekleri kendinize.

Yıkılan duvarları aşarak size yakından bakmaya gidenler arttı.

Sizi keşfeden erkekler büyülendi. Duvarların dışında sakin yaşayagelen kadınlar sarsıldı.

Neden sizin bu kadar çekici olduğunuzun sırrını aradılar.

Bulamadılar...

Buldukları açıklamalar yetersiz kalıyordu.

En çok “güzel” diyorlardı, “çok güzel”, “Rus kadınları en güzeli”...

Açıklamak isterken çoğunlukla beyaz teninizden, açık renk gözlerinizden, kalkık burnunuzdan, sarı saçlarınızdan, uzun bacaklarınızdan bahsediyorlardı.

Bazen aşkı ve fedakârlığı bilmenizden, yeniliklere ve risklere açık olmanızdan söz ediyorlardı.

Bazen de yumuşak, sabırlı, anlayışlı olmanızdan dem vuruyorlardı.

Parçalar bir türlü birleştirilemiyor, sırrınız çözülemiyordu.

Belki bunun suçu da yine sizin göz kamaştırıcı çekiciliğinizdeydi.

Oysa asıl mesele, sizin KADIN olmanızda, bunu her an hissedebilmenizde, asla riyakarca gizlemeye ya da olduğundan farklı göstermeye çalışmamanızda idi.

Bu, size, “cinsellik” denilen sınırları bilinemez ufuklara açılan kapıları kolayca aralama gücü veriyordu.

Aşkla, ihanetle, mücadeleyle, tutkuyla, şehvetle, kıskançlıkla, hüzünle, coşkuyla dolu o upuzun yolların ilk adımı sizinle çok kolaydı.

Çünkü siz, en kutsal gerçeğin KADIN olmak olduğu inancını genlerinizde taşıyor, her durumda içinizdeki istekleri savunmayı başarabiliyordunuz.

Savaşlarda, ekonomik krizlerde, sosyal çalkantılarda, bitmez tükenmez devrim ve reform yıllarında, hem de sizin değerinizi duvarların dışındakiler kadar bilmeyen, çoğu kayıtsız ve kırılgan erkeklerin arasında hep kendinizi korudunuz.

Fiziksel kusurları olanlarınızın, gençliğini geride bırakanlarınızın, ya da aşık olunmaması gerektiğini düşündürecek ortamlarda tanışılanlarınızın ruhundan gözlerine sızan pırıltılarda bile bu gerçek vardı.

Biliyorum, biz erkeklerin size en çok ve en güzel yalanları söylediğimiz bu 8 Mart günlerinde bile, duyduklarınızın çoğunun doğru olmadığını hissettiğiniz halde, parlayan gözlerinizde bir saniye için umutlu bir ışık doğuyor.

İşte o masum ışık için seviyoruz biz sizi, hepinizi...