Bir gözyaşının izinde İstanbul Film Festivali

Uğurhan Topcuoğlu - Arş. Gör., Galatasaray Üniversitesi, Sinema Bölümü

Telefon çalıyor ve film başlıyor. Ahizenin bir ucundaki torun ses veriyor: “Anneanne bil bakalım ne buldum, beni götürdüğün ilk filmin biletini.” 43. İstanbul Film Festivalinin reklam filminde Nur Sürer ve Ece Bağcı bir festival filmine gitmek için sözleşen anneanne torunu canlandırıyor. Film, Atlas Sinemasındaki buluşmaları öncesinde Beyoğlu’nun sokaklarını arşınlayan anneanne torunun karşılaştığı balonlu naylonlara sarılı eşyalar üzerinden bize hangi anılarımızı saklandığımızı soruyor, ya da hangilerini saklayabildiğimizi… 

İstanbul Film Festivali bu yıl 17-28 Nisan tarihleri arasında altı salonda 132 uzun ve 12 kısa metraj filmle seyircisiyle buluşacak.

Bu yıl birkaç senelik aradan sonra festivalin tekrar Beyoğlu Sinemasına uğramasıyla gösterimlerin yapılacağı altı salonun dördü “kapısı sokağa açılan sinemalar”dan oluşacak. Birkaç yıldır festivalin doğduğu Beyoğlu’yla ilişkisi maalesef sadece Atlas Sinemasıyla sınırlı kalmıştı. Festivalin Beyoğlu sokaklarında dolaşan reklam filmi de bu geri dönüşün sinyallerini veriyor. “Gelin, sevdiğimiz ne varsa koruyalım. Birbirimize, filmlere, festivale sarılalım” diyerek biten filmde balonlu naylonlara sarılmış anılarımız Beyoğlu sokaklarında dolaşıyor, hatta tabelası üzerinden Beyoğlu’nun kendisi de balonlu naylona sarmalanıyor. Bu ilk bakışta bir anneanne ile torunun iç ısıtan film buluşması üzerinden anılarımızı saklama fikri biraz kafamı kurcalıyor. Bir yandan “Gelin, sevdiğimiz ne varsa koruyalım”ın naifliğini bir yandan da Emek Sinemasını düşünüyorum. 

Birbirimize, filmlere ve festivallere sarılmak; onları balonlu naylonlarla sarmalamak gözü dönmüş sermayedarların, rantiyelerin ve iktidarın karşısında naif bir çabadan öteye gidemiyor. Ne yazık ki yalnızca festivalin değil bir kere filmin büyüsüne kapılmış her İstanbullunun mabedi Emek Sinemasını filmlere ve festivallere sarılarak koruyamadık. Üstelik film ve festivallerin de Emek Sinemasına ne kadar sarıldığı ise bir soru işareti olarak kaldı. Artık X-Ray’siz ve çanta aramasız ulaşamadığımız ama en azından alışveriş merkezi dükkanlarına değil de sokağa açıldığına şükrettiğimiz salonlara girerken aklıma sık sık Caner Kaya’nın İstanbul Film Festivalinin 25. yılı için çektiği İçinden Şehir Geçen Festival’inin (Pek yakında MUBI’de izleyebilirsiniz) başlangıcı gelir. Belki de o hiç karşılaşmadığım insanların o hiç film izleyemediğim salona doğru koşuşturduğunu izlerken o anki heyecan ve streslerini paylaşırım. Hayatına dokunacağından bihaber olduğu bir filmi izlemek için İstiklal’i arşınlayıp Yeşilçam Sokağına sapan; bilet koçanını hızlıca kontrolcünün eline bırakıp kocaman bir salonla, bir sinepalasla kavuşmayı bekleyen seyircileri gıptayla izlerim. 

Emek Sinemasının efsane müdürü Hikmet Dikmen’in “Hadi yavrum başlatalım” demesiyle pileli perde aralanır, projeksiyon makinesinin ilk huzmesi beyazperdeye kavuşur. Birkaç yıl sonra tavan ve duvar süslerinin Seyrantepe Oto Sanayi Sitesine taşınacağından habersiz Emek Sineması ve seyircisi bir filmin dünyasına kapılıverir. Sanayi sitesinden yine aynı sokakta ama sokakla bağlantısı kesilmiş, ancak “gerekli” güvenlik önlemlerini aşarak ve asansörle ulaşabileceğimiz sözde yeni yerine taşındığında ise Emek Sinemasından geriye kalanlarda Ece Vitrinel’in de dediği gibi “yanlış çeviride sahneye fırlayan Onat Kutlar’ın aşındırdığı parke köşesine, yer gösterici Hayri Akkoç’un el fenerinin pilinden akmış bir tek damlaya veya meslektaşı Murat Aldemir’in ceketinin kolçağa takılmış ipliğine, müdür Hikmet Dikmen’in soru-cevap öncesi gergin yönetmenlere odasında rakı ile birlikte ikram ettiği leblebinin tozuna, anneannemin Rüzgâr Gibi Geçti’yi izlerken akıttığı gözyaşının ya da büfede Naciye Dikmen’in sattığı son patlamış mısırın tek bir tuzuna rastlanmadı.” 

Vitrinel’in anneannesinin Rüzgâr Gibi Geçti’yi izlerken akıttığı gözyaşının tuzunun Emek Sinemasının parkeleriyle birlikte sökülüp bir kenara atıldığını düşününce reklam filmindeki anneannenin gözyaşlarının nerede nasıl saklandığını merak ediyorum. Gittiğimiz ilk festival filminin biletini, çok sevdiğimiz birinin fotoğrafını veya mezuniyet törenimizin video kasetini koruyucu plastiklere sarıp saklarız da; kahkahalarımızı, gözyaşlarımızı, çok iyi bir film izlemiş olmanın hazzını, bilet kuyruğunda veya iki film arasında hızlıca edilen sohbetlerin tadını nerede nasıl saklarız? Mekânın hafızasına kazınan anılarımızı o mekân yerle bir edildiğinde nereye nasıl taşırız? Tekrarlana tekrarlana temcit pilavına dönen, her tekrarında biraz daha milliyetçi bir söyleme dönüşen “Eski Beyoğlu da yok artık”ı nasıl aşar; Beyoğlu’nu plastiklere sarıp saklayamayacağımızı bilerek kente ve kentte zuhur eden hafızamızı nasıl koruruz? 

İstanbul Film Festivali bu yıl iki karşılıklı salonla Beyoğlu’nda olacak. İki salon arasında yaşanacak kısa paslaşmalarda Emek Sinemasının yerine kondurulan Grand Pera Alışveriş Merkezinin hemen yanı başında olacağız. Ben bu yıl iki film arası Beyoğlu’ndaki bir salondan diğerine geçerken bizim birbirimize, filmlere ve festivallere sarılma çabamızın ötesinde festivalin bize, sokağa ve hafızamıza ne kadar sarılabildiğini düşüneceğim. Festival ilk hafta sonuna girerken bir gözyaşının izini takip edip Emek Sinemasının önünde duracak; dördüncü ölüm yıldönümünde Hikmet Dikmen’e, bu yıl festival kapsamında bir çalıştayla anılacak olan Onat Kutlar’a ve Emek Sineması rüyasını paylaşmış, varlıklarıyla festivali içinden şehir geçen festival yapanlara selam edeceğim.