Bir hikâyenin arka sokaklarında gezinti

IRMAK ADA  

Bazı sokaklarda yürürken, yalnızca binalardan, yollardan, kaldırım taşlarından oluşan bir mekânda değil de hikâye parçalarından müteşekkil, her detayında ayrı bir derinliğin gizli olduğu bir tablonun içinde geziniyormuşsunuz gibi hisseder misiniz siz de zaman zaman? Yahut gıcır gıcır binaların, yeni dökülmüş asfaltın, üzerinden henüz yeterince ayağın geçmediği hissi veren kaldırımların bulunduğu bir muhite yolunuz düştüğünde bir boşluk, bir eksiklik duygusu sarar mı sizin içinizi de? Sanki henüz pişmemiş, kokusunu bile salmamış bir yemek gibidir o mahalleler… Bu yeni, “gıcır gıcır” mahallelerde eksik olanın insan hikâyeleri, yaşanmışlık izleri olduğunu, çoğu kez farkında bile olmadan yanından geçip gittiği ancak ruhunun çok derin bir yerinde varlığını hissettiği o “ıvır zıvır”dan yoksun kalınca anlıyor insan bazen. Eski, “istenmeyen” sakinlerinin izlerinin bilinçli olarak silinerek yeni bir çehre kazandırılmaya çalışılan semtlere adım attığında mesela. Yıllarca duvarda asılı kalan, kimsenin özellikle dikkat etmediği, ancak oradan indirildikten sonra ardında bıraktığı izle “sanki burada bir şey vardı eskiden” dedirten bir tablo gibi. 

Mario Levi’nin son kitabı “Çünkü Fısıltılar Vardı”yı okurken, ismini de cismini de öğrenemediğimiz anlatıcının dilinden dökülen, “Sokaklar insanlarıyla yaşardı neticede. Hikâyeleri ve masallarıyla… İçimizde bıraktıkları sesler, izler ve kokularla… Zamanı daha değerli kılmak için şehrin hafızasına yazılmışlardır onlar da…” cümleleri düşündürüyor bana bunları. 

Levi’nin Everest Yayınları aracılığıyla okurlarla buluşturulan yeni novellası, ana karakter Melih Bey’in aradan geçen uzun yılların ardından, bir fısıltının peşine düşmesini ve çocukluğunun geçtiği sokaklardan başlayarak farklı hikâyelerin izini sürmesini anlatıyor. Beyoğlu’nun, bilhassa Kuledibi’nin ve Büyükada’nın sokaklarında, bu semtlerin eski sakinlerinden kalan hikâye kırıntılarını toparlıyor anlatıcı, yazar ve Melih Bey. 

Hayatının bir noktasında adını, kimliğini değiştirmek zorunda kalan Melih Bey için zorlu bir yolculuk bu aslında. Bazen kendini cinayet mahalline dönen bir katil gibi hissetmesi bundan belki. Çocukluğunu öldürdüğü sokaklara dönmesinden. O çocuğun hikâyesinden başkalarında kalan izleri mi arıyor? O çocuğun başkalarının hikâyelerinden topladığı parçaları mı? 

Büyükada’ya giden bir vapurda başlayan, Ada’ya varınca bir balıkçı kahvesinde devam eden sohbet de hep aynı sokakların etrafında dönüyor. Silinmeye çalışılan bir hatırayı daha derine nakşetme çabası gibi….  

Oysa bazen durdurmak mümkün olmuyor gelişini gördüğümüz şeyleri bile. Onlar da içlerinde günler aktıkça daha iyi anlaşılacak bir sızıyla, geçmişi konuşarak canlı tutmaya gayret ediyorlar. “Kendini daha iyi duymak için. Kendi olmak için belki de…” Çünkü, “Akan akıyordu. Artık başka sesler vardı. Başka anılar. Başka terk edilmiş şeyler…” 

“Çünkü Fısıltılar Vardı” da Mario Levi’nin okuruyla konuşarak geçmişi canlı tutma çabası gibi işte. Tadı damakta kalan keyifli bir sohbet gibi.