Bir katilin iç dünyasına tutulan ışık
IRMAK ADA
Her sabah telefonu elimize alıp dünyada olan bitenleri öğrenmek için sosyal medyaya yahut haber sitelerine baktığımızda gözümüze bir cinayet haberinin çarpmadığı gün yok denecek kadar azdır. Hemen her gün, bir yerlerde birileri, bizim aklımızın bir türlü almadığı sudan bir sebeple bir başkasının canına kıyar. Bu haberleri okurken türlü duygular kaynaşır içimizde. Üzüntü, acıma, öfke, korku, hatta belki biraz da haberin içeriğinde yer almayışımızdan duyulan rahatlama iç içe geçer. Köpürense genelde öfkemizdir. Bu duygu deryasının arasından bir de cevabını sahiden merak ettiğimiz bir soru işgal eder hepimizin zihnini: Bir insan bir insanı neden öldürür? Hangi dürtüyle, hangi duygularla kıyılır bir cana? Peki ya ölenler? Ne düşünürler son anlarında? Hele neden öldüklerini bile anlamıyorlarsa? Çoğu zaman da şöyle bir silkinerek bu soruları uzaklaştırmak isteriz zihnimizden. Bazı şeyler, çünkü, yalnızca yaşandığında anlaşılabilir tam mânâsıyla. İnsan tek bir formülün açıklamakta yetersiz kalacağı karmaşık bir varlıktır çünkü. Merakımız içten olsa da anlamak korkutur bizi.
Kimi zaman bir şeyi bizzat deneyimlemeden, risklerinden kaçınarak ama duygusunu hissederek anlamanın en kestirme yolu da kurgulardan geçer. Cevat Turan’ın kaleme aldığı ve Mona Yayınları tarafından okurla buluşturulan “Kibele’nin Laneti”ni okurken sık sık bunu düşündüm. Her ne kadar Amerikan kurgularından alışkın olduğumuz sistematik seri katillerden motivasyon yönüyle ayrılsa da Anadolu’ya has bir seri katil denebilecek Mirza Hud’un cinayetlerine hazırlanışını, öldürme kararı aldığı anları ve cinayetten sonraki düşüncelerini tüm detaylarıyla okura aktaran roman, Mirza’nın kendini daima haklı çıkaran düşünce sistemini de gözler önüne seriyor.
“Kibele’nin Laneti”, adını tarih öncesi dönemde Anadolu’da ve çevresinde bereket tanrıçası olarak tapılan Kibele’den alsa da odak noktası daha çok Mirza ve jandarma komutanı Kamer arasındaki satrancı andıran kovalamaca. Zira romanın hikâyesi henüz başlamamışken Mirza’nın iki kişiyi öldürdüğünü ve adaletten kurtulma umuduyla dağlarda kaçak bir yaşam sürdüğünü biliyoruz. Mirza’nın yaşadığı Anadolu kasabasında yapılan kaçak bir kazıda altından bir Kibele heykelciğinin bulunması ve Mirza’nın işbirliği yaptığı kazıcılarla anlaşmazlığa düşerek ikisini de öldürmesi başka cinayetlerin de yolunu açıyor. Üstelik ölülerin yalnız kanları değil, içlerinde kalan kelimeler de dökülüp saçılıyor yerlere bu kitapta. Mirza’nın her cinayetinden sonra, kurbanlarının son anlarında zihinlerinden geçen düşünceleri, bir nevi iç hesaplaşmalarını da okuyoruz sayfa sayfa. Bu açıdan romanın bir cinayetin iki tarafına da eşit bir mesafede durduğu söylenebilir. Öte yandan Mirza’nın öldürme motivasyonu da sadece anlık dürtüler değil. Öldürdükçe insanların ona saygı maskesinin ardında gizledikleri bir korkuyla yaklaşmasını bir güç nişanesi olarak gören Mirza, bu can alma gücünün ve insanların ondan duyduğu korkunun verdiği üstünlük hissine de bağımlı oluyor. Bir yandan bu korkudan hoşlanırken bir yandan da kurbanlarının ona yalvarıp merhamet dilemesinden duyduğu tiksinti de çelişkili ve sağlıksız düşünce yapısını net bir biçimde ortaya koyuyor. Bu güç ve şöhret zehirlenmesi öyle bir raddeye varıyor ki gizlice buluştuğu bir gazeteciye röportaj verip boy boy fotoğrafları gazetelerde yayınlandıkça yenilmezliğine iyice inanıyor.
Geçmişinde zorlu günler geçirmiş, acı çekmiş olmanın ona birtakım haklar kazandırdığına inanan Mirza, işlediği cinayetlerde hiçbir sorumluluğu olmadığına, tüm kusurun kurbanlarında olduğuna tüm kalbiyle inanıyor. Öyle ki Kamer Komutan’a ifade verirken, “Sizin anlamadığınız şey, ben onları öldürmedim, onlar gelip kendilerini bana öldürttüler. Esas mağdur olan benim ve ölenlerin hepsinden şikâyetçiyim, kayıtlara geçmesini istiyorum” demekten çekinmiyor.
Mirza’nın hikâyesini okurken insan düşünmeden edemiyor: Bir lanet varsa, insanın bitmek bilmez hırsının laneti mi bu, yoksa Kibele’nin mi?