Bu satırları İstanbul’da, havaalanında yazıyorum.

Bu satırları İstanbul’da, havaalanında yazıyorum. Muhtemelen siz bu yazıyı okurken ben Moskova’nın merkezinde bir yerlerde, belki de Novodeviçye Kabristanı’nda olacağım.

Çünkü bugün 3 Haziran ve 3 haziranlarda Nâzım Hikmet’in mezarı başında olmak gerek.

Bu, benim için 80’li yıllardan bugüne gelen bir alışkanlık, pek çok Türk ve Rus için vazgeçilmez bir gelenek.

3 Haziran Nazım’ın ölümsüzleştiği tarih.

Aklı ve yüreğiyle hem Türkiye’nin, hem de bütün dünyanın şairi olan Nâzım, cansız bedeniyle buraya uzandı 48 yıl önce.

Ve o gün bugündür bu kabristan, bu mezar misafirsiz ve karanfilsiz kalmadı…

*    *    *

Nâzım bizim en iyi şairlerimiz arasında ön sıradadır. Aynı zamanda 20. Yüzyıl’ın en ustaları arasına adını yazdırmıştır.

Dünyanın en büyük şairlerinden biri de burada, Rusya’nın bağrında yetişmiştir. Adı Aleksandr Puşkin’dir.

İşte Rus gazeteleri, üç gün sonra Puşkin’in doğum gününün ülke çapında kutlanacağını duyuruyorlar yine.

Nâzım’ı ziyarete giderken duygularım bir o yana bir yana savrulup duruyor.

*      *      *

Puşkin, büyük bir şair. Aynı zamanda Rus dilinin gelişmesinde unutulmayacak katkıları var.

Doğum tarihi 6 haziran 1799. Ölüm tarihi 10 Şubat 1837.

Bu kadar kısa bir hayat!.. Bunca eser!..

Ve geçen onca yıla karşın Ruslar hala O’na aşık!.. Ortalık bayram yeri: festivaller, yarışmalar, pankartlar!..

Ne oluyor? Haberin yok mu? Bugün Puşkin Günü!..

Gözleri yaşartan bir sevinç duygusu kaplıyor insanın içini...

Gözleri yaşartan sadece sevinç mi acaba? Biraz hüzün, biraz gıpta yüklü başka duygular olmasın işin içinde?

Onların Puşkini... Bizim Nâzımımız...

*    *    *

Devletimiz Nâzım’a yapmadığını bırakmadı. Baskılar, tutuklamalar, yıllar boyu hapislerde süründürmeler… Daha sonra sürekli iftira ve karalamalar, yurttaşlıktan atmalar…

Şairin elinden 25 Temmuz 1951’de aldığı yurttaşlığının geri verilmesi bile – onca farklı partinin onca farklı iktidarına karşın – her zaman sorun oldu.

Bazı politikacılar, yenilendikleri izlenimini verip fazladan alkış almak için konuşmasında Nâzım’dan dizeler kullandılar... Buraya gelip de mezarı başında fotoğraf çektirenler oldu…

Ama gerçek anlamda devlet büyük şaire sahip çıkmadı. Önceki yıl Nâzım’dan yurttaşlığını çalan iğrenç karar iptal edilerek doğru bir adım atıldı.

Ama sonra sanki yine unutuldu Nâzım. Nasıl unutulmasın? Bakın ne hareketli bir siyasi gündemimiz var! Nâzım’la uğraşacak zaman mı!..
 
 
*      *      *

Rus gazeteleri ünlü Rus yazarı Aleksandr Soljenitsin’in adını taşıyan vakfın son etkinliklerini yazıyor.

Rusya devleti birkaç yıl önce de Soljenitsin’e ödül vermişti. Devlet başkanlığı ödülü! Ve para ödülü!

Kafam iyice karışıyor. 1918 doğumlu Soljenitsin Sovyetler Birliği zamanında rejim muhalifiydi. Komünist Parti yönetimini eleştiren eserleri, 1970’de ona Nobel Barış Ödülü’nü getirmişti. Dört yıl sonra da vatandaşlığı iptal edilmiş ve ülkeden kovulmuştu. Uzun süre Batı’da yaşayan yazar, Rusya’ya ancak 20 yıl sonra, 1994’te döndü.

Soljenitsin’in yurttaşlığını iptal eden yasa, 1990’da iptal edildi. Yani haksızlığın telafisi adımı 20 yıl sonra atıldı. Sonrasında yazarın kitapları her yerde basıldı, adı birçok kültürel etkinlikle birlikte anılır oldu.

1990’da, en hareketli dönemini yaşayan Sovyetler’de iktidar bu adımı atmaya fırsat buldu, ama Türkiye’de Nazım’la ilgili olarak adım atmak yarım yüzyılı aşan bir süre gerektirdi. Onun da sonrası gelmiyor.

Devlet hala Nâzım’a mesafeli durmayı marifet sayıyor. Şiirleri ders kitaplarına konmuyor. Hatta tek tük de olsa Nâzım’ın dizelerini okudu diye polise düşenler bile var hâlâ…

*      *      *
 
Neyse, gün Nâzım’ı anma günüdür. Her şey bir yana, bu yıl da Moskova’da Nâzım Hikmet’in coşkuyla anıldığını müjdelemek istiyorum. Sabah mezarı başında, sonra Nâzım Kütüphanesi’nde, ardından düzenlenecek gecede yüzlerce Rus ve Türk büyük şairi anıyor bugün. Etkinlikleri Rus-Türk İşadamları Birliği (RTİB) düzenliyor.

Son 15 yıl içinde gerek bu dernek, gerekse bizim Rus ve Türk aydınlarıyla birlikte kurduğumuz Rus-Türk Araştırmaları Merkezi’nin (RUTAM) önderliğinde, 3 haziranlar hep coşkulu geçti. Ölüm değil, yaşam ve mücadele günüydü. Bugün de öyle.

Eminim, gelecek yıl, Nâzım’ın 110. doğum yıldönümü etkinliklerinde de öyle olacak. Dostları ve okurları büyük şairi unutmayacak. Onun anısının yaşamasına, eserlerinin daha iyi tanınmasına yardımcı olma yolunda en küçük bir şansımız varsa, bunu değerlendirmek için elimizden geleni yapacağız.

Bunun bir nedeni Nâzım sevgisiyse, bir başka nedeni ne Puşkin bayramları ve Soljenitsin ödülleri karşısında duyduğumuz (Rusçası ile söylersek) “beyaz kıskançlık”tır belki de...

***

Bir aşk öyküsü: Kuğu Gölü

Televizyonda dünyanın en ünlü bale eserlerinden biri var: Kuğu Gölü. Ben ister istemez irkiliyorum. Acaba bir şey mi oldu?

Sonra kendime gülüyorum, bu kadar ünlü ve sevilen bir müziği duyunca telaşlanmam garip değil mi?

Pyotr İlyiç Çaykovski'nin unutulmaz müziği, hem kendi başına bir tarih, hem de “tarihin müzikal fonu”.

Ama Kuğu Gölü benim için sadece ünlü değil, aynı zamanda dünyada en politize olmuş bale.

19 Ağustos 1991'de Gorbaçov’un devrildiği darbe girişimi sırasında, tanklar Moskova caddelerine çıktıklarında Rusya televizyonu hiç ara vermeden Kuğu Gölü’nü yayımlamıştı.

“Kuğular”, Ekim Devrimi'ne de, Stalin, Hruşçov ve Brejnev dönemlerine de tanıklık etti. İktidarlar, halka moral vermek için özellikle bu eserin sergilenmesine öncelik verdiler. Rusya'nın iç savaştan henüz çıktığı 1920'lerde de, İkinci Dünya Savaşı’nın salvo ateşi altında da...

Bir iddiaya göre, Lenin hariç bütün Rusya liderlerinin Kuğu Gölü’nü çok sevdikleri söyleniyor. Lenin ise “düşünmeyi ve çalışmayı zaafa uğrattığı” için Çaykovski'nin müziğini “fazlaca burjuva” bulur ve evde kız kardeşlerinin yorumladıkları Beethoven'in Ay Sonatı’nı ve Appassionat’ını dinlemeyi tercih edermiş.

Kremlin, Kuğu Gölü'nü güçlü bir devlet sembolü ve protokol unsuru haline getirdi. Bale, her zaman Moskova'yı ziyaret eden devlet adamlarına ve politikacılara izlettirildi.

7 yıl ABD'nin Moskova Büyükelçiliğini yapan Llewellyn Thompson, bu süre içinde Kuğu Gölü'nü tam 132 kez izlemiş. Thomson ne zaman bir Sovyet liderinin ruh halini öğrenmek istese, o kişiyle Kuğu Gölü'nün antraktında görüşmeyi tercih ettiğini anlatıyor.

Kuğu Gölü, aynı zamanda önemli yas seremonilerinin değişmez fon müziği oldu. Brejnev'in, Andropov'un, Çernenko'nun cenazeleri bu müzik eşliğinde kaldırıldı.

Ama Kuğu Gölü, ölümün ve siyasetin değil, hayatın ve sanatın yansımasıdır. O bir aşk öyküsüdür aslında.

Evliliğe henüz hazır olmamasına rağmen, onuruna verilen bir baloda annesinin dileğiyle bir eş seçmek zorunda kalan Prens Siegfried ile avlanmak üzere gittiği gölde, büyücü Rothbart’ın kuğu şekline soktuğu Prenses Odette arasındaki aşkın ve bu aşk sayesinde büyünün yok edilerek sevenlerin kavuşmasının öyküsüdür. Aynı zamanda iyi ile kötünün, aydınlık ile karanlığın mücadelesidir.

Kuğuları, daha doğrusu kuğuların müziğini ve estetiğini keşfeden Çaykovski’nin bu eseri yaratırken, Rus masallarıyla ve özellikle de Puşkin’in Çar-Sultan’ından dizelerle beslendiği söylenir.

Kuğu Gölü ilk kez 4 Mart 1877’de, Bolşoy Tiyatro’da sahnelenmiş, sonrasında dünyanın her yerine yayılmış, neredeyse bütün bale sahnelerini fethetmiş bir eserdir.

Bu bale, tüm dünyadaki seyircilerini çok etkilemiştir. Gün olmuş, insanlar bilet alabilmek için ucu bucağı gözükmeyen kuyruklarda saatlerce beklemişler, karaborsacılardan bilet almışlardır.

Giderek büyük bir müzik ve bale ziyafeti olarak algılanmaya başlanan iki sihirli kelime, değişik dillerde dünyanın dört bir yanına yayılmıştır:
- Lebedinoye Ozero…
- Swan Lake…
- Schwanensee…
- Le Lac des cygnes…
- El lago de los cisnes…

 

- Kuğu Gölü…