İnsanların doğaya ve diğer canlı türlerine olan acımasızca tavrını sorgulamayı benzer kitaplarıyla da pekiştiren Maja Lunde bir söyleşide, “Nasıl bu kadar akıllı olup hâlâ bu kadar sersem olabiliyoruz? Cevabım yok. Ama bence kitapları sevmemizin nedeni bu sorular” diyor.

Bir Maja Lunde romanı
Maja Lunde

Mehmet ATİLLA

İnsan ve doğa arasındaki etkileşim, edebiyatın başlıca izleklerinden biri. Konuya kurgunun izin verdiği ölçüde eğilen yapıtlarla sıkça karşılaştığımız da söylenebilir. Ancak son yıllarda gezegenimizin geçirdiği hızlı ve olumsuz dönüşüm, bu süreci diyalektik boyuta taşıdı ve yeni bir bilinç oluşmasına neden oldu. Buna bağlı olarak da kısaca “cli-fi” diye adlandırılan ve “iklim kurgusu” şeklinde nitelenebilecek özel bir tür oluştu. Kitapları 40’dan fazla dile çevrilen ve dört milyonu aşkın satış rakamına ulaşan Norveçli yazar Maja Lunde de bu türün önemli adlarından biri. Aynı zamanda çocuklara ve gençlere yönelik kitapları da olan yazar, günümüz Norveç edebiyatının en başarılı temsilcileri arasında sayılıyor.

Lunde’nin 2015’te yayımladığı Arıların Tarihi adlı ilk romanı kısa sürede çoksatarlar arasına girmeyi başardı ve Norveç Kitapçılar Birliği Ödülü’ne değer bulundu. Çevre bilinci ile yazınsal estetik arasındaki bağlantıları irdeleyen eko-eleştiri kuramına uyumlu yapısıyla dikkat çeken Arıların Tarihi’nin asıl başarısı ise sahip olduğu tarihsel perspektifi son derece etkileyici bir anlatıyla dile getirmesinden kaynaklanıyor. Böylelikle ekolojik sorunların dayattığı yakıcı yükten rahatlıkla kurtulan roman, hayal gücünün özgürlüğüne yaslanarak yazınsal açıdan da değer kazandığı için eleştirmenlerin ve okurların beğenisini topladı.

ARILARIN TARİHİ

Maja Lunde

Çeviren: Dilek Başak

Delidolu Yayınları, 2024

Delidolu Yayınları tarafından Dilek Başak’ın başarılı çevirisiyle dilimize kazandırılan romanın arka planında arıların doğadan ve insan yaşamından çekilme süreci yer alsa da kitaptaki tarihsellik, arıcılıkla uğraşan ve farklı zaman dilimlerinde yaşayan üç ailenin yaşantısı üzerinden veriliyor. Bu açıdan bakıldığında, yaklaşık 250 yıllık bir zaman dilimini kapsayan romanın üç ana istasyonda konuşlandığını görüyoruz ve her istasyon gezegenimizin üç ayrı kıtasında bulunuyor.

İlk olarak 2098 yılına ve Çin’in Siçuan kentine gidiyoruz. Arılar yeryüzünden silinmiş. Bu yüzden meyve çiçeklerindeki tozlaşma insan eliyle yapılıyor. Yapay tarım ürünlerinin kol gezdiği, besin kıtlığı ve göç yüzünden nüfusun iyice azaldığı, yönetimin “Komite” denen gizli güçlerin elinde olduğu bu distopik ortamın anlatıcısı; Tao adında bir kadın. Bir tarım işçisi olarak zorlu koşullarla savaşması yetmezmiş gibi gizemli bir kazaya uğrayan üç yaşındaki oğlu Wei-Wen’in tedavi gerekçesiyle Komite tarafından bilinmeyen bir yere götürülmesi, kadının tüm dünyasının altüst olmasına yetiyor. Oğlunun izini tek başına sürmeye kalkan Tao’nun yaşadığı ürpertici serüvenler, Arıların Tarihi’nin en sürükleyici ve duygusal bölümleri olarak göze çarpıyor.

Romanın ikinci istasyonunda kameralar 1852 yılının İngiltere’sine yöneliyor. William biyoloji eğitimi almış bir tohum tüccarıdır. Genç yaşta evlenip ticarete atılmasını ve bilimsel tutkusunu kaybetmesini ağır şekilde eleştiren üniversite hocası yüzünden depresyona girmiş hâldeyken buluyoruz kendisini. Yedi kızı ve bir oğlu var. Ancak oğul Edmund oldukça sorunlu, üstelik aileyle ve arıcılıkla ilişkisi zayıf. Ama yine de onun verdiği sürpriz moralle toparlanan William bir kez daha bilimin yol göstericiliğine dönüyor ve hasır kovandan fenni kovana geçiş tasarımları üzerinde çalışmaya başlıyor.

Üçüncü istasyon ise tam bir ara düzlem. Arıları tarih sahnesinden silen Koloni Çöküşü Hastalığı’nın belirdiği dönem. Bu kez 2007 yılında ve Amerika’dayız. Zehirli tarım ilaçları, parazitler, kötüleşen iklim koşulları ve tek tip tarım yüzünden arı kolonileri birer ikişer kayboluyor. Ohio’da yaşayan George bu çöküşün sırlarını çözmeye çalışırken bir yandan da ekonomik sorunlarla boğuşuyor. Onun da oğlu Tom’dan arıcılık mesleğine yönelik beklentileri var ama delikanlının asıl amacı akademisyenlik. Gerektiği zamanlarda babasına omuz vermesi ise kayda değer bir özveri.

Böylesine farklı zaman dilimlerinde, farklı coğrafyalarda yaşayan ve ortak özellikleri arıcılıkla uğraşmak olan üç ailenin çalkantılarını ekolojik bir bakış açısıyla edebiyata aktaran Arıların Tarihi, üzerinde konuşulması gereken bir kitap. Maja Lunde bu tür romanlarda pek rastlanmayan çarpıcı imgeler, betimlemeler, ruhsal çözümlemeler ve başarılı diyaloglarla romanını bilimsel kuruluktan kurtarmasını biliyor. Anlatıcı karakterlerin dönüşümlü olarak devreye girmesi sayesinde de dönemlerin kendine özgü üretim koşullarını ve aile yapılarını kolayca harmanlama olanağına kavuşuyoruz. Olay örgüsünün kısa bölümler hâlinde kurgulanmasının da metne ayrı bir ritim kazandırdığını vurgulamak gerekir.

İnsanların doğaya ve diğer canlı türlerine olan acımasızca tavrını sorgulamayı benzer kitaplarıyla da pekiştiren Maja Lunde’nin bir söyleşide, “Nasıl bu kadar akıllı olup hâlâ bu kadar sersem olabiliyoruz? Cevabım yok. Ama bence kitapları sevmemizin nedeni bu sorular” demesi de bu tür arayışlardan hoşlanan okurları Arıların Tarihi ile buluşturacak kadar değerli bir ipucu olarak görülmeli.