“İnanç özgürlüğü” üzerinden kurulan denklemin en büyük avantajı, Ahmet Hakan gibi sözde demokrasi kahramanlarınca siyasi iktidarın maddi hesaplarını görünmezleştirmeyi başarmasıdır

Bir rüyaya ağıt değil, laiklik!

KANSU YILDIRIM

Bir dönem “vesayetle mücadele” ve “demokrasi” sevdasına AKP arkasında saf tutmuş liberaller, şimdinin “kandırılmışları”, yeni küskünler, kısacası geniş bir toplam artık şu sözcükle konuşuyor: “Diktatörlük”. Kimisi Nazilere kimisi Sovyetlere referansla diktatörlüğü tanımlayıp, ikisi arasında absürt bir eşitlik kurup buradan AKP’yi hedef alsa da, bu sözcüğü kullandıran yegane şey, bir korkunun varlığı.

AKP’ye muhalif toplumsal kesimlerin duyduğu korkunun başlıca nedeni, en son örneğini 12 Eylül Cuntasında gördüğümüz devletin zor aygıtları ile ideolojik aygıtlarının bütünleşmesi. Devlet iktidarının “resmi ideoloji”sine göre yapılandırılan adli, mali, askeri, polisiye zor, hem kamunun işlemlerinde hem de gündelik yaşamda cisimleşiyor. Siyasal-İslam olarak anılan proje, AKP’nin özgül siyasi çıkarlarıyla birlikte eklektik ama korunaklı bir alan oluşturarak toplumsal formasyonu yeniden düzenliyor.

Siyasal-İslam alanı dışında durmaya çalışan solcuların, sosyalistlerin, sosyal demokratların, ayrıca liberal ve ulusalcı kesimlerin kesişim kümesi ise, dinin egemenliğinin ulaştığı seviyedir. Din, AKP iktidarı döneminde, toplumsal yaşamı ve pratikleri disipline eden bir araç haline gelmiş ve her eylem ve işlemle dinsel referanslar daha da yoğunlaşmaktadır. Folk-İslam olarak düşünülebilecek, bir kimsenin gündelik dini/ibadet pratiklerinin ötesinde, iktidarı zırhlandıran siyasal-İslam “ideolojisi” söz konusudur.

AKP’nin taktiği oldukça sade ve tesirlidir; normal şartlar altında tartışılamayacak konuları farklı kanallardan konuşturarak, öncelikle projelerine meşruluk kazandırmaktadır. Akabinde projelerine ilişkin tedrici adımlara yönelmekte, bunu da ya plebisitler ya da “millet iradesi”yle temellendirmektedir.

Siyasal-İslam’ın AKP döneminde “resmi ideoloji” haline gelmesini kolaylaştıran iki faktör vardır. Birincisi, “inanç özgürlüğü” mitosudur. ODTÜ’de mescit provokasyonunda da görüldüğü üzere, siyasi ve ekonomik somut hesaplar uğruna, iktidarın suretlerinden birisi olarak “inanç özgürlüğü” adı altında yeni mağduriyet karineleri oluşturulmakta; muhalefet itibarsızlaştırılmaya çalışılmaktadır. “İnanç özgürlüğü” üzerinden kurulan denklemin en büyük avantajı, Ahmet Hakan gibi sözde demokrasi kahramanlarınca siyasi iktidarın maddi hesaplarını görünmezleştirmeyi başarmasıdır.

İkinci etken ve daha da önemlisi, siyasal-İslam’ın iktidarın elinde dünyevi bir silaha dönüşmesi karşısında muhalefetin hemfikre varamamasıdır. Meclis bazında, iki büyük siyasi aktör olan CHP ve HDP ölçeğinde bu durum gözle görülür haldedir. Partiler, gerek organik bileşimleri gerekse siyasi perspektifleri açısından homojen olmamalarından ötürü siyasal-İslam’a karşı müşterek cephe oluşturmakta zorlanmaktadırlar.

HDP bazında düşünürsek, Altan Tan’ın temsil ettiği eğilim parti açısından bir zorunluluğa tekabül ediyor gibi görünse de, Tan, bu konumunu kendi ideolojik konumu için kullanmaktadır. Burada ideolojik bir taşıyıcılık söz konusudur ve Kürt sorunun İslami normlara göre çözülmesi için çaba sarf etmektedir. Silopi, Cizre, Sur’da çatışmalar ve cinayetler devam ederken “tekke ve zaviyelerin açılmasına” yönelik kanun teklifi vermesi, bu durumun sonucudur. Tan’ın bu yaklaşımı, İslamcı yazar M. Şevket Eygi’nin bir yazısındaki “Güneydoğu da terörü bitirmek için o bölgede Şeriat ilan edilsin” yaklaşımının dibine düşmektedir. AKP’nin de çözüm sürecini “buzdolabına kaldırdığında” bölgedeki dini âlimler, şeyhler ve eşrafla görüştüğünü düşünürsek, savaşın yanında bir de, Kürt halkını cendereye alacak topyekûn bir İslamizasyon planlandığını görebiliriz.

CHP bazında ise, anamuhalefet partisine daha çok iş düşmektedir çünkü parti logosundaki oklardan birisi “laikliktir”. Ne var ki, parti, laik konusunda pasif bir tutum içerisindedir. AKP’nin malum taktiği, “konuşturarak”/“dâhil olarak” meşrulaştırma süreçlerine bir şekilde katkı sunmaktadır. İki örnek vakayı anabiliriz. Birincisi, AKP’nin kamu otoritesinin imkânlarıyla 23 Nisan, 29 Ekim gibi devlet töreni haline getirdiği “Kutlu Doğum Haftası”na CHP liderinin katılması veya gönderilen kutlama mesajlarıdır. Değişik dindar kesimlerin bile İslam hukuku açısından “bidat” bulduğu veya mutabık kalmadığı; dini figürleri kendi siyasi çıkarları için kullanan AKP’nin etkinliklerine iştirak etmek, AKP’nin siyasal-İslamcı imajını tazelemek ve güçlendirmekten başka bir şeye hizmet etmez. İkincisi, Yeni Akit’e açılan taziye telefonudur. Her seferinde CHP’ye “terör örgütü işbirlikçisi”, “dinsizler” gibi ithamlarda bulunan, daha da önemlisi haberleriyle altı okun temsil ettiği değerlere saldıran bir zihniyet ile hangi sebeple olursa olsun aynı cümlede yer almak, siyasal-İslamcı hegemonya içine sıkıştırılmanın resmidir. “İnsani” veya başka gerekçeler buna ancak kılıf olabilir.

Siyasal-İslam’ın en büyük tehdidi, devletin imkânlarıyla birlikte, toplumsal bir tortu oluşturması ve gün geçtikçe tortunun kalınlaşmasıdır. AKP ile hızlanan bu tortulaşma, günlük yaşama, eğitime, sağlığa, emek rejimine, her alana nüfuz etmektedir. Tek panzehir, sınıfsal bir içeriği dışlamayan, laikliktir.

Okul öncesi eğitim yerine din kurslarını öneren, medeni hukuku dinselleştirmeye çalışan, evlendirme işlemini veya temel eğitimi camiye taşımaya çalışan zihniyete karşı mücadele açısından laiklik, kritik bir eşik ve bariyerdir. Panzehir niteliğindeki laikliğin en önemli özelliği, burjuvazinin sınıf kültürünü koruyan ve yeniden üreten bir anlayışı dışlayacak olmasıdır. Fabrikalardaki dinlenme odalarını veya okullardaki lab’ları mescide çeviren, bilimsel-özgür düşünceyi yok sayan ve sınıf bilincini gericilikle köreltmeye çalışan muktedirlere karşı mücadelenin bir parçası olarak laiklik, siyasal-İslam’ın basıncını düşürecektir.

Günümüzdeyse laiklik başlı başına “toplumsal mücadele” başlığı haline gelmiştir. Önceleri, Kemalistler dâhil ciddi bir kesim orduya, AYM’ye, Yargıtay’a yani devletin kurumlarına güvenmekteydi. Şimdiyse devletin tüm aygıtlarında siyasal-İslam’ın homojenliği söz konusu ve kadrolar eşliğinde siyasal-İslam, AKP lisanında kökleşmiştir. “Laik-hukuk devleti”ni koruyacak veya geri getirecek Mesyanik bir kurtarıcılık bekleniyorsa artık o da AKP’nin pozisyonunu paylaşmaktadır. Bu nedenle laiklik mücadelesinde, sendikaların, velilerin ve öğrencilerin öznesi olduğu muhalefet bileşenleri laik ve bilimsel eğitim boykotu gibi somut protestolara öncelik vermelidir. Muhalefetteki partiler, istinasız, gerici figürleri bünyesinden arındırmalıdır. Alevilerin ve gayrimüslimlerin maruz kaldığı ayrımcılığa ve haksızlıklara karşı ortak bir mücadele başlığı oluşturulmalı; siyasal-İslam üzerinden belirlenmiş “kırmızı çizgiler” silinmelidir. Belki de şu slogan tekrar atılmalıdır: “Türkiye laik değildir, laik olacak”.