AKP döneminde son on dört yılda İmar Yasası 164 kez değiştirilmiştir. Aynı şekilde AKP’li dönemde her 2,5 yılda bir, toplamda sekiz kez de imar affı çıkartılarak hiçbir mühendislik hizmeti almamış ve hiçbir mühendislik normuna uymayan yapılar affedilerek sisteme kaydedilmiştir.

Bir sene geçti: Deprem, sistem ve etik

Ali Uğurlu - Dr., Mühendis

Türkiye Deprem Bölgeleri haritasına baktığımızda dünyada depremden etkilenen ve etkilenecek ülkeler sıralamasında ön sıralarda olduğumuzu görebiliriz. Bu haritaya göre, yurdumuz topraklarının %92’si deprem bölgeleri içerisindedir. Nüfusumuzun %91’i bu bölgelerde yaşamakta, büyük sanayi merkezlerimizin %98’i bu bölgelerde olup barajlarımızın %92’si de deprem bölgelerinde bulunmaktadır. Dikkatle değerlendirilmesi gereken bir olgu da ülkemiz topraklarının neredeyse dörtte üçünün 1. ve 2. derece deprem kuşağı içerisinde olduğu gerçeğidir.

On bir ili etkileyen son Kahramanmaraş merkezli 6 Şubat depremleri; depremin bizim kaçınılmaz bir gerçeğimiz olduğu olgusunu bir kez daha bize hatırlatmıştır. Bu acı gerçeğin faturası 50 binin üzerinde can kaybı, 294.165 bina hasarı, yıkılan 12 bin civarında bina ve 66 bin civarında bağımsız bölüm ve on binlerce yaralı ve sakat kalan, uzvunu kaybeden insandır. Yine yakın geçmişte yaşadığımız İzmir, Elazığ ve Malatya depremleri de göstermiştir ki bu ülkede her an büyük bir deprem olabilir, binlerce bina yıkılabilir, insanlar yaralanabilir ve ölebilir. Her deprem sırasında ülkece üzülmemiz, ah vah etmemiz, yetkililerin konuşmaları, depremden zarar görenlerin mağdur olması ise tekrarlanan trajik gerçeğimizdir.

Depremin ortaya çıkarttığı çok çarpıcı bir örnek daha vardır ki o da büyük bölümü deprem kuşağı içerisinde yer alan bu ülke depreme karşı hazırlıklı değildir. Cumhuriyet tarihimizin en ağır felaketiyle karşı karşıya geldiğimiz 6 Şubat depremleri bugüne kadar yaşadığımız pek çok büyük depreme karşın ülkemizin, şehirlerimizin, binalarımızın, kurumlarımızın ve halkımızın depreme hazır olmadığı gerçeğini çok acı biçimde ortaya çıkarmıştır.

1950’lerden bu yana genişleyerek sürdürülen plansız sanayileşme ve kentleşmeyi kalkınma modeli olarak benimseyen, insanları ve kenti sermaye birikimi için ucuz işgücü ve ucuz altyapı aracı olarak ele alan, bu plansızlığın sosyal ve kültürel boyutunu, toplumsal maliyetini göz ardı ederek daha fazla para ve kazanç peşinde olan anlayışın kaçınılmaz sonuçlarından birisi de doğa olaylarının afete/felakete dönüşmesi sonucunu doğurmuştur.

Bu nedenle, mühendislik eğitiminden başlayıp müteahhit fırsatçılığına kadar uzanan sürecin ciddi biçimde sorgulanıp analiz edilmesi gereklidir. İçi boşaltılmış ve etiğini yitirmiş bir teknik eğitim olayı ile başlayan ve depreme kadar devam eden, kontrol sözcüğünün sadece inşaat mahalindeki tabelalarda kaldığı, teknik süreç sorumluluğunun parçalara bölündüğü, herkesin “ben yaptım oldu” mantığı ile davrandığı, kimsenin gerçekte (!) sorumlu olmadığı bu yapım sürecinin ciddi olarak tüm boyutları ile tartışılması, sorumlulukların paylaşılması ve üstlenilmesi gereklidir. Yıllardan beri süregelen depremlerde yıkılan yapılarda; kavramsal belirsizlik, özensizlik, yapım bilgisizliği-özensizliği, yapı kalitesizliği gibi temel anlayışların etkisi birincil nedenlerdir. Bu nedenleri ortaya çıkaran sistem de ciddi olarak sorgulanmadığı müddetçe depremde trajik son kaçınılmazdır. Aynı şiddetteki depremleri daha az kayıp ve hasarla atlatan ülkelerin varlığı bildiğimiz bir gerçektir. Yapı süreci birbiriyle ilintili değişik evreleri kapsar. Bu evrelerin her birinde yapılan bir hata, gösterilen özensizlik, mühendislik-tasarım-yapım hataları depreme karşı yapıyı zayıflatır. Çeşitli uzmanlık raporlarında, depremde yapısal hasarın nedenleri incelendiğinde yapı kalitesizliğinin hasarı artırıcı ana kaynaklardan birisi olduğu anlaşılır.

Ne eksik? Tekniğin bu denli gelişmişliğine rağmen acı bir paradoks yaşanıyorsa ne eksik diye sistemi sorgulamamız gerek. Günümüzde bilimin ve tekniğin varmış olduğu teknolojik düzey dikkate alındığında bu denli hasarların olmayacağı beklentisi ve başka ülkelerde daha büyük depremlerde bile bu kadar can ve mal kaybının olmaması gerçeği dikkatle değerlendirilmesi gereken bir olgudur. Dirençli Kentler, hiçbir sorun veya krizle karşılaşmayan kentler değil aksine, sorunlar ortaya çıkmadan bunları öngörebilen, sorunlara bilimsel, teknik, hukuki ve akılcı yöntemlerle çözüm üretebilen, beklenmedik ve ani krizlere karşı hazırlıklı olan ve alternatif çözümler ortaya koyabilen kentlerdir. Bu kapsam, aynı zamanda fiziki mekânın düzenlenmesi açısından da planlama, mimarlık ve mühendislik disiplinlerinin eşzamanlı ve/ veya birbirini tamamlar nitelikteki işbirliğini de ifade eder. Sosyal, ekonomik, ekolojik ve mekânsal boyutlarıyla dirençli yaşam alanları oluşturmak için ilk olarak bölge ölçeğinde planlama ve politikalar üretme zorunluluğu vardır. Noktasal projelerle veya sosyal yardımlar sonucu elde edilen kısmi iyileştirmelerle bütüncül bir dirençlilik elde etmek mümkün değildir.

Vergi mükellefi bir mühendis beş katlı bina projesi çizer belediyeye onaylatır. Parasını alır işi biter. Temel harcını belediyeye yatırır ruhsatı alırsın, belediyenin işi biter. Bir mühendisi fenni mesul yaparsın, tabelayı asarsın, parasını verirsin, işi biter. Bir taşeronla m2 üzerinden malzemeli olarak anlaşır, projeyi verirsin, 6 ayda bitirir, teslim eder işi biter. Bina mühendis görmeden, belediye tarafından da kontrol edilmeden, taşeron marifetiyle tamamlanır. İskân alımında belediye mühendisleri yapıyı kontrol etmeden iskânı verirler. İnşaat projeye aykırıysa da iskân almana da gerek yoktur. Kat irtifakı tapusu çıkarıp, tapudan istediğine satarsın… Sonra deprem acısı yaşanır ve yapı sürecinin bilimle, etikle alakalı olmayan bu süreci ile yüzleşilir. Bir süre tartışılır, televizyonlarda nutuklar atılır, magazinleştirilir ve her olayda olduğu gibi acı çekenler ve mağdur olanlar kendi gerçeğiyle baş başa sahipsiz bırakılır. Bir deprem ülkesi olduğumuz gerçeği bir başka depreme kadar unutulur, yok sayılır.

AKP döneminde son on dört yılda İmar Yasası 164 kez değiştirilmiştir. Keza aynı şekilde AKP’li dönemde her 2,5 yılda bir, toplamda sekiz kez de imar affı çıkartılarak hiçbir mühendislik hizmeti almamış ve hiçbir mühendislik normuna uymayan yapılar affedilerek sisteme kaydedilmiştir. İmar affı bilimin yok sayılması, tekniğin inkâr edilmesi ve bilimdışılığın kabul edilmesi anlamına gelmektedir. En son imar affında İzmir’de aftan yararlanan yapı sayısı 800 binin üzerindedir. Büyük bir depremde bu yapıların hasar görmesi ve yıkılması kaçınılmazdır. Bizim yıllardır kentsel dönüşüm projelerine en büyük itirazımız, bu projelerin kentlerde afet riskini azaltmak yerine rant amaçlı lüks yapılar yaratmak için kullanılmasıdır. Kent parçalarının, “kentsel dönüşüm” adı altında, içinde yaşayanlardan bağımsız, yeni imar hakları verilerek sermaye çevrelerine pazarlanmasıdır. Buralara lüks konut alanları, alışveriş merkezleri inşa edilmesidir. Kentleri bir arada tutan unsurların ve ortak kullanım alanlarının ortadan kaldırılmasıdır. Riskli yapıların dönüştürülmesi için önemli fırsatlar sunan kentsel dönüşüm uygulamalarının riskli bölgelerden değil de kentsel rantın en yüksek olduğu bölgelerden başlatılmasıdır. Ülkemizde son 20 yıldır hız kesmeden devam eden kentsel dönüşüm uygulamalarının, artık bir “yerinden etme” sürecinden çıkarılması, arazinin/arsanın rant değerine odaklanmış sermaye transfer aracı olarak görülmesinden vazgeçilmesi, risk altında yaşayanların/yoksul halk kitlelerinin yaşam alanlarının dirençli hale getirilmesi için çalışmalara bir an önce başlanılması ve hızlandırılması gerekmektedir.

Gölcük depreminden bu yana aradan koskoca 24 yıl geçmiştir. O günden bu yana bir arpa boyu yol alınmamıştır. Yapı Denetim Yasası sorunlu ve sancılıdır, kentsel dönüşüm yasası ve uygulamaları kentsel ranta kurban gitmiştir ve hepsinden önemlisi son imar affı ile İstanbul’ da 1.747.447 yapı hiçbir mühendislik normuna uymadığı ve beklenen İstanbul depreminde kaçınılmaz olarak hasar göreceği halde imar affı sayesinde ruhsatlandırılmıştır. İstanbul’daki imar affından devletin kasasına 6,197 milyar TL girmiştir. Beklenen İstanbul depreminin maliyeti 80-100 milyardır. Hesap basit ama bu yaklaşımı açıklamak hiçbir sistematiğe ve hiçbir etiğe uymamaktadır. Bu durum ihmal ve tedbirsizlikle ya da genel kabullerle açıklanamayacak kadar başka bir durumdur. Bile bile bilim ve teknik dışı uygulamaları onaylamaktır. 99 depremleri sonrasında günlerce deprem ve depremin nedenleri, sonuçları tartışıldı. Mimarından mühendisine, belediye başkanından o günkü adıyla Bayındırlık Bakanına, oduncusundan fırıncısına kadar herkes ahkâm kesti, alınmayan önlemlerden söz edildi, toplumsal kesimler birbirini suçladı ve sonuçta 20 bine yakın insan öldü. Aradan 25 yıla yakın zaman geçmesine karşın Afet Yönetmeliğinin yenilenmesi ve çarpık bir Yapı Denetim Yasasının dışında elle tutulur gözle görülür bir şey yapılmadı. 25 yıl boyunca plansız ve kaçak yapılaşmalar devam etti, birçok deprem oldu ve on binlerce yurttaşımızı kaybettik ve binlerce yapı hasara uğradı. AKP iktidarı son yıllardaki onlarca doğal felakete rağmen ve bunların asıl sebebi çarpık yapılaşma olmasına rağmen, imar affıyla sırf devletin kasasına para girsin diye Türkiye'nin dört bir yanında beton yığınlarını, kaçak inşaatları, çarpık imar rezaletlerini affederek, trajik deprem sonuçlarına bir kez daha zemin hazırladı. Muhalefetin bu konu ile ilgili TBMM’de vermiş olduğu 58 önerge hiçbir neden ve haklı gerekçe gösterilmeksizin reddedildi. Deprem uzmanları, meslek örgütleri ve aydınlar yakında İstanbul’da 7 şiddetinin üzerinde bir deprem beklendiğini ve bunun sonuçlarının çok ağır olacağını her fırsatta söylüyorlar. Alınması gereken önlemler ve kentsel dönüşüm büyük bir pervasızlıkla ihmal ediliyor. AKP’nin bu konuda bir öngörüsü ve çabası ne yazık ki yok.

Geçmişte yaşadığımız ve büyük yıkıma neden olan depremler, yapı stokumuzun deprem güvenlikli olmadığını ortaya koymuşken, sanki bir daha deprem olmayacakmış gibi imar planları yapılmakta ve rant politikalarına devam edilmektedir. İmar afları ile kaçak yapılaşma teşvik edilmiş, yurttaşlarımız sağlıksız yapılara mahkûm edilmiştir. Böylece projesi olmayan, hiçbir mühendislik hizmeti almamış kaçak yapılar ruhsatlandırılmıştır. 10 milyonun üzerinde kaçak yapı ruhsatlandırılarak yapı stokumuzun proje uygunluğu ve deprem dayanıklılığının denetlenme ihtimali de ortadan kaldırılmıştır.

Yapı alanındaki tek sorun kaçak ve riskli yapıların ruhsatlandırılması değil, yeni yapıların da gerekli mühendislik hizmeti almadan yapılmasıdır. Kamusal anlayışla yürütülmesi gereken yapı denetimi sistemi tümüyle ticarileştirilmesi ve meslek odalarımızın mesleki yeterlilik, eğitim, belgelendirme ve denetleme gereklilikleri yapı denetim süreçlerinden dışlanması, yeni binaların yapı güvenliği konusunda da riskler doğurmaktadır.

Sorun teknik ve bilimsel bir sorun olarak tartışılmanın dışında toplumsal bir soruna dönüşmüş durumdadır. Devasa barajların, büyük açıklıklı köprülerin, betonarme kriyojenik gaz tanklarının, açık deniz platformlarının inşa edildiği ve depremde hiçbir zarar görmediği günümüz yapı dünyasında depreme dayanıklı beş katlı bina yapamıyorsak bunun nedeni teknik değildir. Burada tartışılması gereken sistem ve etiktir.