Bakan “sizin tarikat, cemaat dediğiniz, bizim STK dediğimiz yapılar” cümlesinde açıkça, İslamcı grupların oluşturduğu bu yapıları “STK” olarak değerlendirdiğini ifade etmekte; buna göre, tarikat ve cemaat mensupları da kısa yoldan “sivil” olabilmektedir.

Bir ülke, aynı hatayı kaç kez tekrarlar?

Yavuz Çobanoğlu - Sosyolog, Akademisyen

Hafta başında gerçekleşen bir olay, tarikat ve cemaatlerin resmî eğitim içerisindeki etki ve rollerinin bir kez daha gündeme gelmesine yol açtı. Nitekim Meclis kürsüsünden konuşan Millî Eğitim Bakanı “sizin tarikat, cemaat dediğiniz, bizim STK dediğimiz yapılarla toplasanız 10 tane protokolümüz vardır. Bu protokollerle bize hizmet eden, bize destek olanlara da teşekkür ediyorum.

Onlarla protokol yapmaya devam edeceğiz” açıklamasını yaparak bu konudaki eleştirilere karşı meydan okumayı tercih etti. Bilindiği üzere tarikat ve cemaatler yıllardır “Dersimi Camide Yapıyorum Protokolü”, “İyilik Okulu Protokolü”, “Değerler Eğitimi Protokolü”, “Medeniyet ve Değerler Protokolü”, “Mescitsiz Okul Kalmasın Protokolü” gibi farklı adlarla MEB’e bağlı okullarda kurslar açıyor, derslere katılıyor, yönlendirmeler yapıyorlar. Ayrıca bu İslamcı grupların, okullara cami inşa etmelerine; devletin kendisi yurt yapması gerekirken, yurtlar açıp öğrenci toplamalarına da izin veriliyor. Hatta yine benzer bir protokol ile okul öncesi eğitim kurumlarında 4-6 yaş çocuklar için Kuran Kursları açılması bile sağlandı. Öyleyse “İslamcıların eğitime dair bu yoğun ilgisinin nedenleri ne olabilir?” sorusu, burada bir miktar ilgiyi hak ediyor. 

Eğitim, İslamcılar için neden önemli? 

Her yeni rejim, kalıcılığını sağlamak için, kendi ideolojik taşıyıcılığını devam ettirecek insan kitlelerine ihtiyaç duyar. Çünkü yeni rejimin temel amacı, yeni bir devlet, yeni toplum ve insanı inşa etmektir. Bu amaçlar etrafında rejimin zihniyet ve ideolojisiyle donatılacak yeni insanın inşa edileceği en kolay ve “meşru” alan ise resmî eğitim ile onun kurumlarıdır. Dolayısıyla böylesi bir hedef adına öğretmen yetiştirmeden eğitim müfredatlarına, sınav sisteminden derslere, yönetici kadrolardan ders kitaplarının içeriklerine kadar her şey baştan sona değiştirilir. Bu “değişim” görüntüsündeki mühendislik çalışmalarına “eskinin” her fırsatta kötülenmesi ve millî hedeflerle dolu yeni eğitim sisteminin övgüsü de eşlik eder. 

Nitekim Türkiye’de değişen rejimin niteliğinin de bundan farklı olduğu söylenemez. Zira bugün ülkemizdeki eğitimin bilhassa devlette kalan tarafı, rejimin ideolojik yakıtı olan İslamcılığın gölgesi altındadır. Öyle ki İslamcılık, hangi politikayı nerede uygularsa uygulasın “Tanrının emirlerinden şaşmama” ideali etrafında kalmaya mecbur olduğu için, ancak dinî kurallarla yönetilecek bir topluluğun huzurlu, istikrarlı ve güvende olacağını öngörür. Bunun gerçekleşmesi de yeni nesillerin sıkı bir dinî eğitimden geçirilmesidir ve bu İslamcılık nezdinde (sosyal düzenin şartı olduğundan) hayati bir işleve de sahiptir. 

Dini, toplumsal bir “ortaklık noktası” olarak düşünen İslamcılık, eğitim alanını mümkün olduğunca dinîleştirerek, yetişecek yeni nesillerin yeni normlar etrafında (İslam ahlakı) birleşip, dünyayı ve toplumu anlamlandıracak düşüncelere sahip olmalarını hedefler. Aynı hedef, tonu ne olursa olsun, dinî bir hayat şeklini arzulayacak fertlerin kuracağı yeni ailelerden oluşacak geniş topluluğun yönetilebilirliği için de geçerlidir. Keza muktedirler açısından dinin en kıymetli ideolojik faydası, rıza üretmesidir. Din bu özelliğiyle, ekonomik zorluklar, işsizlik, yoksunluk vb karşısında bile topluluğun olası öfkelerini gerçek sorumlulardan uzaklaştırıp, başka gruplara yönlendirerek iktidar sahiplerini rahatlatır. Tanrının bir gün “gerçek adaleti” sağlayacağına ya da haksızlıkların “öteki dünyada” mutlaka cezalandırılacağına duyulan mutlak inanç gibi ideolojik düşünceler de aynı nitelikteki eğitim aşamalarıyla desteklenir. 

Dahası dinî eğitim, kâinatın tefekkür edilmesi sonucunda yaratıcı’yı tanımaya yarayan bir faaliyet alanı olduğu için, tıpkı bir ibadet gibi, kutsal bir vazife (/görev/hizmet) şeklidir. Bu vazife icra edilirken, dinin “sapkınlık” ya da “gayriahlakî” gördüğü her duruma da vaktinde müdahale edilip, sağlam fertler yetiştirilmesi düşünülmektedir. Sonuç olarak İslamcılar eğitimi, sosyal katılım sağlama, yeni nesli kurtarma, onlara “doğru yolu” gösterme, böylelikle dinî ve millî değerler ekseninde kurulması planlanan geleceği teminat altına alma özelliklerinden dolayı önemli bulurlar. Bu yüzden, bugün MEB’in tarikat ve cemaatlerle imzaladığı ve devam etme kararlılığında da olduğunu beyan ettiği tüm protokoller, yukarıda sıralanan amaçlar çerçevesinde değerlendirilmelidir. 

İslamcı yapılar STK mı? 

Ne var ki, sırası gelmişken Millî Eğitim Bakanı’nın sarf ettiği bir politik söylem üzerinde de dikkatle durulması zaruridir. Bakan “sizin tarikat, cemaat dediğiniz, bizim STK dediğimiz yapılar” cümlesinde açıkça, İslamcı grupların oluşturduğu bu yapıları “STK” olarak değerlendirdiğini ifade etmekte; buna göre, tarikat ve cemaat mensupları da kısa yoldan “sivil” olabilmektedir. 

Öncelikle belirtmek gerekmektedir ki, bu değerlendirme daha genel bir bilgi üzerinden açıklanmalıdır. Zira Batı’nın kendi iç dinamiklerinin ürettiği ama bir biçimde Türkiye’ye yolu düşmüş ne kadar kavram, kurum, yapı, teori vb varsa tümü, kendi ifade ettikleri anlamlardan özenle sıyırılıp, içi boşaltılıp, yerine yerel yorumların yüklenmesiyle, asıl ifade ettikleri anlamların dışına taşınmaktadırlar. Yerelliğin ve taşralı değerlerin anlam dünyasına göre yeniden şekillendirilen bu ithal kavramlar, günlük hayat ve politikadaki söylemleri belirleyen hâkim bir dile de dönüşmüştür. Bu yüzden dinî yapılar “STK”, yığın içerisinde erimiş fertler “sivil”, çoğunluk demokrasisi de “demokrasi” sanılmakta, bu yerel anlamlar üzerinden meşruiyet üretilmeye çalışılmaktadır. 

Aslında bu konuda beklentilerimizi küçültmek fayda sağlayabilir. Keza üniforma giymeyenlerin “sivil” adıyla anıldığı; üniforma giymeyenlerin, giyenlerden daha radikal düşünceleri sahiplenebildiği; Kanarya Severler Derneği Başkanı ve yönetim kurulunun bile politikleştiği, dernek seçimlerine iktidar partisinin müdahil olabildiği; devletin yegâne ortak değer, devletçiliğin resmî düşünüş şekli olduğu; sendika başkanlığının siyasete girmenin yoluna dönüştüğü; herhangi bir topluluğa katılmanın ön şartının, itaat ederek onun içerisinde kaybolma zorunluluğu taşıdığı bir ülkede yaşıyoruz. Etrafımızdaki “sivillere” bir de bu bulgular eşliğinde bakmak yararlı olabilir. 

Halbuki sivillik, tüm iktidar merkezlerine karşı mesafeli olmaktır. Kolektif yapılar içerisinde bireyselliğini kaybetmemek, eleştirel akla sahip olmak, mutlak doğruları reddetmek, cinsiyetçi ve ırkçı olmamak, özgürce düşünebilmek, dogmatizmden uzak durmaktır. Üstelik sivillik, düşünebilme gücünü kendi erkinden almak, hiçbir fikrin kör savunucusu olmamaktır. Ancak bu niteliklere yaklaşabilenler sivil olabilir ve bu bireylerden oluşan yapılar STK adıyla anılırlar. Dahası devlet ne kadar genişler ve etki alanı artarsa, birey/sivil o derece boğulur ve ölür. Burada şu kritik soru yanıt beklemektedir: İslamcılık, devlet ideolojisi, İslamcılar iktidar ortağı olmuşken tarikat ve cemaatler neye göre “STK” ve nasıl “sivil” olabilir? 

Çözüme dair 

Sonuç olarak, insanların geleceğe daha güvenle baktığı, gençlerin ülkelerine dair planlar kurabildiği bir ülke olmak eleştirel aklı ve birey yetiştirmeyi merkeze alan, bilimsel, laik ve özgürlükçü eğitim politikalarından geçmektedir. İslamcı grupların da katılımıyla, bir din ve bir mezhebinin zorunlu öğretilmesine dayalı, tektipçi, cinsiyetçi, ayrımcı eğitim politikalarının başarı şansı yoktur, olamaz. Vaktiyle Gülen Cemaati’ni “STK”, mensuplarını da “sivil” olarak niteleyen zihniyet, bugün kendisine yeni “STK’lar” bulmuş olabilir. Oysa Gülen Cemaati geride kalsa da ruhu başka yapılarda yaşıyor. Ve tabii bir ülke aynı hataları acaba kaç kez daha tekrar etmek zorundadır?.