Asuman Susam “Bu biyografik çalışmayla ben sezgisel bir yakınlıktan iz sürdüm, bende olanlarla şaire yaklaşmayı denedim. Zorluk elbette vardı. Bir şair ömrü, hem de ne şair; elinizde size emanetti. Tabii ki sonuçta ben kendimdeki Gülten’i yazdım” diyor.

Bir yeryüzü şairi: Gülten Akın

Hatice Bülbül

Livera Yayınevi tarafından çıkarılan biyografik eser “Gülten” geçen hafta raflardaki yerini aldı.

“Bu kitap, yaşanılan bir hayattan anlatılan bir hayata ağlar örerek, yaşamı ve şiir yolculuğu iç içe olan Gülten Akın’a başka bir şair Asuman Susam’ın duyuşundan, gözünden yaklaşma, onunla yakınlaşma çabasıdır” söylemiyle yola çıkılan kitabı, yazarı Asuman Susam’la konuştuk. Derinlere inmek sınırlı alanda zordu elbette…. 

Zor bir işe girişmişsiniz gerçekten. Büyük bir sorumluluk. Türkçenin usta şairlerinden Gülten Akın’ı anlamak, anlatmak, bunu yaparken de kendine bir yolculuk yapmak… Kitap fikri nasıl ortaya çıktı, oradan başlayalım dilerseniz.  

2020 yılından bu yana iki sempozyum, oradan doğan iki derleme kitap ile ve aldığım sorumluluklarla zaten Gülten Akın ile eskisinden başka, yeni bir bağ kurulmuştu aramızda. İçlidışlı değil ama kuvvetle iç içe. Bunun dile gelmesi, dilden dökülmesi öncelikle kendim için neredeyse ontolojik bir gereksinime dönüşmüştü. Bir süredir düşündüğüm başka bir şey ise kadın biyografilerinin, otobiyografilerinin azlığı, kadınların Akın’da olduğu gibi yaşamlarına yönelik ketumluklarıydı. Bu yaşamları konuşturmak, konuşkanlaştırmak duyanda, dinleyende yaşama dönük bir güç ve dayanışma duygusu yaratabilirdi. Geçmişe, şimdiye bakma, geleceği düşleme biçimlerimizi de değiştirebilirdi bu türden yapıtlar. Bu his de başka türlü bir sorumluluk daha almayı dayatıyordu bana. En nihayetinde tarihi okumak, hafızaları uyandırmak için böylesi ışıksız, karanlık dönemlere kayıtlar bırakmanın önemine dair içimde hiç susmayan bir kuş da durmadan konuşuyordu. İçime kulak verdim ve cesaret ettim. 

Şair Asuman Susam, “bireysel ya da toplumsal neyi yazarsanız yazın, dil derindekine, diptekine ulaşamıyor” diyen derindeki şair Gülten Akın’a ne kadar yaklaşıp yakınlaşabildi Gülten kitabını yazarken? Bu süreçte zorlandığınız zamanlar oldu mu? Ki bu sizin ilk Gülten Akın’la buluştuğunuz ilk kitap değil.  

Haklısınız, ilk kitap değil; ama öncekilerde merkezde hep şiir vardı, ondaki varoluş hallerini hep şiirin içinden bilmek, anlamak, araştırmak. Şiir dolayımından yaklaşılan bir Akın. Ve kolektif çalışmalardı. Sorunuza gelirsek, gündelik hayattaki on, on beş sözcükle kurulu iletişim biçimlerini saymazsak kişiden kişiye gerçek ve derin bir iletişimde arada dille dolmayacak koskocaman bir boşluk hep var. Bazen, belki çoğu zaman cehennemi bir yalnızlık doldurur o boşluğu anlam yerine. Meramın ve niyetin karşıya tamlık içinde ulaşması zor. En iyi ihtimalle yaklaşabiliyor, yakınlaşabiliyoruz özenli, dikkatli bir çabayla. O nedenle bu biyografik çalışmayla ben sezgisel bir yakınlıktan iz sürdüm, bende olanlarla şaire yaklaşmayı denedim. Zorluk elbette vardı. Bir şair ömrü, hem de ne şair; elinizde size emanetti. Bu hissin sorumluluğunun araştırırken, düşünürken, yazarken bir saniye beni yalnız bıraktığı olmadı. Tabii ki sonuçta ben kendimdeki Gülten’i yazdım. Okuyacak herkes de kendi Gülten’inden anlam arayışına çıkacaktır hiç kuşkusuz. 

Kitabın hazırlık, araştırma, kaynaklara ulaşma, görüşmeleri süreci, yazımı ne kadar sürdü?  

En uzun süre arşivi deşifre etmek, tanıklarla görüşmek ve nasıl bir yol izleyeceğime, nasıl bir dille yazacağıma karar vermek için düşünmekle geçti. Görece daha rahat olduğum yazmaya başladığım zamandı. Ama hazırlık süreci de tam anlamıyla zihinsel olarak yazmaya dahildi. Zihinsel hazır oluşluk sürecini saymazsak 2022 yazından bu tarafa uğraşım sürdü. 

Şair Gülten Akın, çocuk, anne, sevgili, eş, arkadaş, öğretmen, avukat, hayatı gocunmadan, mücadeleyi de elden bırakmadan sırtlayan Gülten Akın… Aslında hep söylendiği şekliyle bir Türkiye tarihi. Kitap nasıl bir seyir izliyor? Gülten Akın’ları nasıl buluşturdunuz, nasıl bir kurguyla anlattınız?  

Anlatım yoluna karar verirken çok zorlandım. İlk defa bu kadar bütünlüklü ve uzun bir yazma süreci içine de girdim. Birinci bölüm Akın’ın kronolojik bir akışla yaşantısına olabildiğince yakın plandan bakan bir bölüm. Bu bölüm çocuk Gülten’den diğer Gültenlere yaşamın olağan akışı içinde bakmayı hedeflemişti. Kendini akışta nasıl kurduğu, nelerle değiştiği, nasıl devam ettiği, kendilik algısı, başkalarındaki –eşi, çocukları, yakınları– Gülten algısı bu bölümde başat olan. Kaçınılmaz olarak da arka planda işleyen bir Türkiye sosyolojisi, yakın tarih var. İkinci bölüm bütünüyle şair Akın’ın edebiyat tarihi içindeki yerini sorgulayan bununla birlikte aslında bir anlamda edebiyat ortamlarını, üretilen söylemi, varolanın niteliğini şairin odağından anlamaya çalışan bir bölümdü. Üçüncü bölümse yaşlılık dönemine ve o dönemdeki değişim ve dönüşümlerine odaklanmıştı. 

Üretken, çok eseri olan bir şair olmasına rağmen geniş kitlelere daha geç ulaşmış Gülten Akın. Zor bir hayat onunki. Sevgiyle sarmalandığı zamanları da olmuş, sıkıntılarla kuşatıldığı da. Ama sürgünlere, ekonomik zorluklara, ağır sorumluluklara, oğlunun idamla yargılandığı yıllarda yaşadıklarına rağmen “Acıya yenik değiliz ne ben ne şiirim” diyor şair. Şiirle buluşması mı onu bunca güçlü kılan, direncini koruyan?  

Akın, şiir için karşı ağırlık diyor. Ne kadar güçlüyse o kadar kırılgan. İlk kopuşlar, travmalar, yokluk ve yoksunluklarla baş edebilmenin ve dünyayı içten dışa bilmenin bir yolu olarak o şiiri çok erken zamandan seçmiş. Ve birbirlerini hiç bırakmamışlar. Akın için dünyaya dayanabilmenin, oradaki yerini bilmenin, kendine bir iç, ben oluşturmanın doğal, kendiliğinden yolu olmuş şiir. Şiiri ile yaşamının bu denli kaynaşmasının sarmaşık kökleri gibi birbirlerini sarmalamalarının nedeni bu. Onda temaşadan, yeryüzünü seyretmekten içe doğanlarla derin tefekkürün yankıladıkları gündeliğin hayhuyu ile eşzamanlı akar. Şiiri belli zamanlara bir entelektüel faaliyet olarak ayırmaz. Böyle bir oluş elbette yaşamın sert, travmatik dönemlerinde nelerden etkilenmişse onları şiirine taşıyacaktır. Evet, geniş kitlelere sesi ilk üç kitabından sonra Kırmızı Karanfil (1971) ile ulaşmıştır. Onun şiiri hiç temelli birey odaklı olmamışsa da topluma, ötekinin duyuşuna açık; benini ihmal etmeden kolektif sesin peşinden gitmeye eşik atladığı kitabı budur. Sonra alışık olmadığımız biçimde kadın sesi ve duyuşunun epik olana yönelmesi onun destanlarıyla olur. Ve elbette dediğiniz hem kendi yaşamının hem ülkenin kapanmayan derin yarığı, travması solun kırımı, hapislikler, açlık grevleri… Ve 42 Günün Şiirleri. Şiirin bir bellek mekânı olduğunun bilincinde Anadolu’ya çıktıktan sonra ülkeyle birlikte değişen Akın, ülkedeki ve kendindeki katları, kıvrımları, yarıkları, çatlakları hep şiirle söyler ve ona kaydeder. Tüm yaşamı, yazdıkları ve söyledikleriyle ülke belleğine de dönüştürür bir yerde kendini. Ta ki “sessiz arka bahçeler”ine çekilene dek. O zamanda başka değerli bir şey yapar: Uzun bir ömrün son demlerine dek yaşlılığın kaydını da tutar bizim için. Beden ve ruhun kışından şiirine mavi çiçekler açtırır.  

Anne ve eş Gülten Akın hem kendi anlatımı hem de eşinin, çocuklarının gözünden yer alıyor kitapta. Anne-şair Asuman Susam’a neler hissettirdi, neler öğretti bu söyleşiler?  

Beni Akın’ı anlamaya, onunla yakınlaşmaya çalışırken en çok etkileyen kızlarıyla yaptığımız söyleşiler oldu. Her birinden bambaşka anılarla başka Gültenler çıktı. Bu bana anne-çocuk ilişkileri dahil tüm ikili ilişkilerin, iletişim biçimlerinin benzemezliğini, biricikliğini yeniden düşünmek açısından eşsiz bir açık alan sundu. Şair bir annenin çocukları ne hisseder, o annenin şairliğini nasıl konumlandırır buralara bakmak kendi annelik deneyimim açısından da başkalaştırıcı bir etki yarattı bende. Aynı zamanda kendi annemle bağımı da gözden geçirir buldum bu zaman zarfında. Üstelik ve elbette tesadüf Akın’a bazı halleriyle çok benzeyen bir anneydi benimki de. Bu açıdan bakıldığında farklı kadın öznelerin ortak, yakın deneyimlerini birbirine duyuracak da bir metin çıktı buradan sanıyorum. 

Kadın şair olarak adlandırmayı sevmeyen Gülten Akın erkeklerin egemen olduğu edebiyat dünyasında kendi olarak, kendi kalarak varolan ilk şairlerden sanırız. Özellikle onun döneminde şiir yazan kadın sayısı da yok denecek kadar az. Şair, bir anlamda kendinden sonra gelen kadın şairlerin prototipi olmuş diyebilir miyiz? 

Nilüfer’deki Sempozyumun açılış konuşmasında ilk olarak söylemiştim Akın kadın yazınında modern şiirin kurucu öznesidir, diye. Bu böyle. Kendinden sonraki kuşaklar için ilham ve yol açıcı olmanın ötesinde bir önem taşıyor varoluşu ile temsil ettikleri. Yaşamı ile bu yakınlaşmadan sonra diyebilirim ki baskın eril şiir dünyası içinde “şair” stereotipini ilk aşındıran odur. Şairlik edasını, jestini yerinden etmeyi tecrübe eden. 

Şiirine, şair kimliğine dair söylenecek, anlatılacak çok şey var elbette. Siz kitapta bu ayrıntıları son derece titiz bir çalışmayla anlatmışsınız da. Belki kısaca –ki meraklı okur mutlaka ulaşacaktır daha fazlasına– şair Gülten Akın’la ilgili bu çalışmadan çıkardıklarınızı paylaşırsınız bizimle.  

Bu sorunun yanıtı söyleşi sınırlarını aşar korkarım. Ama kısaca şunu söyleyebilirim. Şairin poetikasını derinlikli olarak okumaya yönelik bir amacım olmadı bu yapıtta. Bunu doğrudan yapan çok iyi makaleler, kitaplar, tezler var ve daha da çoğalacaklar. Ben burada şairin yaşamına dolanık şiir yolculuğunun aşamalarını yaşam, yaşantı bağları içinden göstermeye çalıştım. Varlığını artık okurlarıyla sürdüren bir şairin geçtiği yolları, buralardaki ilkesel duruşunu, vardığı yeri, edebiyattaki yerini bir tarihsel arka planla okumaya, anlamaya, göstermeye çabaladım. Beni bir şair olarak güçlendiren şey, ondaki temennasız, tavizsiz yazma inadını görmek oldu. Neciye Alpay’ın “neredeyse saf şiir” dediği, vurguladığı o şeyi yaşamdan nasıl çıkarttığını görmek de önemliydi. Her şeye şiirden, şiir olarak bakmak. Yaşamı şiire böyle taşımak, şiirden yaşama varmak; bunlar onda hep iç içe. 

Kitabı yazarken şair dostlarıyla, eleştirmenlerle de görüştünüz. Onların yorumları, sizin sabırlı, ince kazılarınızla yaptığınız araştırma sonucunda Türk şiirinin en önemli usta şairlerinden biri olan Gülten Akın’ın döneminde ve sonrasında hak ettiği yerde olduğunu söyleyebilir misiniz? 

Dönemsel rüzgârlar hep yer değiştirmelere neden olur. Hayattayken yeryüzünde kapladığımız yer bazen iyi edebiyatımıza rağmen dardır, yetersizdir. Akın’ın da böyle zamanları olmuşsa da yaşarken tüm onurlandırmalardan geçip yerini genişleterek açmış bir şairdir o. Hakkı örtük, açık aramızdan geçip gitmeden teslim edilmiş. Edebiyat dünyasından çok ve önce okurlarca hem de. Onurlandırılmaları sonuna kadar hak etmiş. Bazı şeyler ona geç gelmişse de hiç silinmeyecek biçimde onunla, onundur artık. Aramızdan ayrıldıktan sonra varlığı, şiirleri unutulan, artık tarihin tozuna karışan edebiyatçılar hep olmuştur. Akın yeryüzünden varlığı ile çekilse de şiirleri ile hâlâ burada, aramızda. Necmiye Alpay’ı analım yine; dediği gibi Akın okundukça büyüyen, büyümeye devam edecek bir şair. Nesillerden nesillere devrederek kendini çok okutan bir şair o. 

Kitapta yer yer bir şiir, öykü hatta otobiyografi tarzında bir anlatım hâkim. Gülten Akın’la söyleştiğiniz ya da yazdığınız mektuplarla kendinize de bir yolculuk yapıyorsunuz.  

Héléne Cixous “kadın kendini yazmalıdır. Kadınlar hakkında yazmalıdır ve yazıya kadını geri getirmelidir” diyor. Bu sözü önemsiyorum. Tarihteki yerimizi geri kazanma çağrısı bu. Anlatılar, birbirimize anlattıklarımız çoğaldıkça, birbirimizi daha iyi duydukça aynı zamanda eksilen neşemizi de gücümüzü de geri kazanacağız demektir bu. Kadın mücadelesine, tarihine de bir borç ödemek gibi; yazarak, yazarken, yazdığınla güçlenmek. Bu biyografide bir şair bir şaire baktı; bir kadın bir kadına. Ortaklıkları, başkalıkları olan. Onu yazarken ona konuştum. Merkezî bir tek sesten ilerleyemezdik. Akın’ın ütopyası hiyerarşilerin yıkıldığı, kırılgan hayatların ihtimamla korunduğu çoklu bir yeryüzü ortaklaşalığıydı. Yazarken ben bu arzuya uydum, kendimi bıraktım. Becerebildiğim kadar. O duyduklarınız hep bununla ilgili. 

Ve belgesel Gülten … “‘Yanlış mı belledim İnsan sorumluluktur’ diyen şair, aydın, aktivist, dilci, avukat, sevgili ve anne Gülten'in ‘uzak kıyıları’, ‘arka bahçeleri’ni görmek, bilmek için izleyiciye bir olanak sunuyor” olarak özetlediğiniz belgeselin senaryosunu da siz kaleme aldınız.  

Aslında yola biyografi için çıktığımda böyle bir fikrim yoktu. Belgeselin yönetmeni Sefa Sarı, sürecin başından beri bana yol arkadaşlığı etti. Arşivi çalışırken, tanıkları kaydederken. Elimizde öyle değerli bir birikim vardı ki bunu başka bir dile daha aktarmak süreç içinde giderek önem kazandı. Akın’ı bilenler, dönemleri yaşayanlar için bir bellek tazelemesi, yeni kuşaklar içinse neredeyse şairin deyişiyle bir “sis çanı”. Ülkenin her alanda yoksullaştırıldığı zamanlarda Akın’ın yaşamı gibi herkesi güçlendirecek, yaşamı yeniden neşeyle kolektif heyecanlarla kurma arzumuzu harekete geçirecek hatırlatmalara da bellek mekânlarına da çok ihtiyacımız var. Kitap tekil bir derinleşmenin içinden bunu yaparken belgesel istedik ki birlikte izlendikçe aydınlık, umutvar bir ruh iklimi için herkesi uyanık tutsun. 

Sınırlı bir yere tüm ayrıntıları sığdırmak mümkün değil elbette. Gülten Akın’ı şiirleriyle tanıyanların dışında onunla geç de olsa tanışmak isteyenlere şairi her yönüyle anlatan bir biyografi Gülten. Özellikle kadınlara, bu zor günlerde – ki zor günleri hiç bitmemiş kadınların bu topraklarda- bir nebze direnç ve umudu aşılama anlamında da önemli bir kitap.

Bitirirken, İzmir ve Ankara’da gösterilen “Gülten” belgeselinin 5 Mart 2024 tarihinde İstanbul’da Beyoğlu Sineması’nda gösteriminin yapılacağını duyuralım.