Seçim öncesinde Türkiye’nin önünü görebilmesinin koşulu için ikili bir görev vardı önümüzde. İlki Erdoğan’ı göndermek. İkincisi ise toplumsal mücadeleyi yükseltecek bir örgütlenmeyi gerçekleştirmek. İlki olmadı. Ama her koşulda yapmak zorunda olduğumuz ikinci görev hâlâ önümüzde duruyor.

Bir yol daha var
Fotoğraf: SOL Parti

İlda Alçay Sepetoğlu - Araştırmacı

Aylar önce yine bu sayfadan Macaristan’da Orban’ın zaferi üzerine yazarken, bu zaferin nedenini muhalefetin, Orban’la girdiği sağcılık yarışı dışında, kendini anlamlı bir politik bütünde ifade edememesi olarak tanımlamış ve şöyle sürdürmüştüm; “Orban’dan daha muhafazakâr olmak da Orban’a karşı yalnızca yan yana gelmek de, Macaristan’da yeterli olmadı.

Macaristan’da muhalefet, iktidara alternatif olmayı, bir öncekinin yeni sürümü olarak meydanlara çıkma üzerinden kurdu ve yenilgi kaçınılmaz oldu.” Yazının devamındaysa Türkiye’deki düzen muhalefetinin, iktidarın sağcılığına paralel konumlanışına, onunla girdiği sağcılık yarışına ve Millet İttifakının bileşenlerine bakarak, bizi ilgilendiren şu soruyu sormuştum “Peki ya Macaristan örneğinden hareketle bakacak olursak, Türkiye’de de Erdoğan yeniden kazanır mı?”

Bu yazının üzerinden tam bir yıl geçti. 2023 seçimlerinin ikinci turunda kazanan Erdoğan oldu… Cümlenin bu noktasından itibaren, bundan sonrasına dair günlerdir analizler, tartışmalar yapılıyor, yenilginin sebepleri konuşuluyor. Ben kendi adıma söze şuradan girmeyi tercih ediyorum. Evet, sayısal olarak seçimleri Erdoğan kazandı. Ama bu memleketin yarısının rızasını alamadı. 22 yıldır adım adım inşa ettiği İslamcı faşizme, zapturapt altına aldığı devletin tüm kurumlarına, legal veya illegal tüm güvenlik aygıtına, yayınlarına, televizyon kanallarına ve çok daha fazlasına rağmen bu seçimden yalnızca toplumun yarısını ikna ederek çıktı. Beraberinde getirdiği ekonomik kriz, meşruiyet sorunları, devlet içindeki bölüşüm kavgasından doğan krizlerle beraber üstelik… Hepimiz biliyoruz ki bu bir zafer değildir. Enkaz haline gelmiş bir ülkeyi, bu koşullarda yönetmek mümkün değildir. 

Öte yandan elbette muhalefette bu seçimin kazananı olmadı. Buradan çıkarılacak bazı sonuçlar var; ilk olarak, bir kere daha deneyimlenmiş haliyle gördük ki dincilik, sağcılık yarışına girildiğinde, yani toplumun en gündelik ve acil sorunlarından uzaklaşıldığında, üretilen söylemlerin hiçbiri seçmen nezdinde oy yönünün değişmesinde etkili olmuyor. Seçmen bu söylemler karşısında yine en bildiği, alıştığı “en has sağcısını” seçiyor ve ezber ettiği, güvenli yerden davranmaya devam ediyor. Dahası, uzun yıllar AKP hegemonyası altında kutuplaşmış ve ortadan ikiye bölünmüş bir ülkede “oy toplamak” için, önce, bir önceki dönemin yani AKP rejiminin hegemonik sınırlarının kırılması, bu hegemonyayı inşa eden söylem, kişi ve kurumlarla hesaplaşılması, kendine yeni bir mücadele alanı yaratması gerekiyordu. 

Yukarıda saydıklarımla ilişkili olarak ikinci önemli nokta: Kılıçdaroğlu’nun yaklaşık bir yıldır söylediği “Göreceksiniz otoriter bir rejimi sandıkta yeneceğim” taktiği. Tüm dünyada sağ popülist, otoriter rejimler bir kez iktidara geldiler mi; parti ile devlet ve milletin kaderini ortaklaştırarak söylem üretiyor, devletin içerisinde, toplumsal yaşamın her kademesinde kendi ilişkilerini yerleştiriyor ve bunu destekleyecek tüm propaganda aygıtlarını kendi ideolojilerini yaygınlaştırmak için seferber ediyor. Nitekim Türkiye’de kurulan AKP rejimi de bu anlamda tarikat ve cemaat yapılarından, faşist hareketlerin merkez siyasi aktörlerinden, mevcut İslami rejimin organik parçalarından destek alarak iktidarını ve gücünü her geçen gün sağlamlaştırdı. Bu nedenlerle ne yazık ki bu tip baskıcı rejimleri alaşağı etmek sanıldığı kadar kolay değildir. Dahası, otoriter bir rejimi “yenmek” , sanki demokratik bir ortamda, olağan koşullarda bir seçim yapıyormuşuz gibi, yalnızca sandıktan aldığımız sayısal sonuçla mümkün değildir. En basit anlamda, düzen muhalefetinin önüne geçmiş toplumsal muhalefetin ortaya konulan politik programı sahiplenmesi, bunun etrafında örgütlenmesi, demokratik mücadelenin parti başkanları üzerinden şekillenen veya sadece onların kişiliğine sıkışmış bir temsiliyetten çıkartılması gerekiyordu. Daha basit bir ifadeyle AKP’den sıdkı sıyrılmış, nefes alamayan tüm toplumsal kesimlerin kendini ifade edeceği bir can damarı en başından yaratılmalıydı. Bu da tabii ki, tarikat ve cemaatlerin karşısına dikilmeyi, neoliberal politikaları sağcı bir restorasyonla halka sunmaktan vazgeçmeyi, kamucu, laik, eşit bir ülke vurgusunu inatla yapmayı gerektiriyordu.

Bunların hiçbiri şüphesiz kolay değil. Şimdi geldiğimiz noktada elimizde öyle veya böyle kesinleşmiş bir sonuç var. Cumhurbaşkanlığında Erdoğan ve onun icazetinde, Cumhur İttifakı’nın ya da artık yeni adıyla Domuz Bağı İttifakı’nın çoğunluğu ele geçirdiği bir meclis. Peki, ne olacak? Her şey bitti mi? 

Elbette hayır. Seçim öncesinde Türkiye’nin önünü görebilmesinin koşulu için ikili bir görev vardı önümüzde. İlki Erdoğan’ı göndermek. İkincisi ise toplumsal mücadeleyi yükseltecek bir örgütlenmeyi gerçekleştirmek. İlki olmadı. Ama her koşulda yapmak zorunda olduğumuz ikinci görev hâlâ önümüzde duruyor. Toplumda birikmiş öfkeyi politik bir itiraza dönüştürmek, iktidarın toplumu bölen etnik ve mezhepsel temeldeki kimlikler kutuplaşmasından sıyrılıp, sınıf siyasetini ön plana çıkaran bir mücadele hattına artık çok daha fazla ihtiyacımız var. 

Ve bizim, okunduğunda birçoğumuza çok klişe gelebilecek ama söylemekten veya hatırlamaktan vazgeçtiğimizde yaşamımızı etkileyecek olan bir gerçekliğimiz var; Bu memleket bizim ve gidecek başka bir yerimiz yok. Bu yüzden asla vazgeçmeden birleşik bir muhalefetle, karış karış örgütlenerek yükselteceğimiz toplumsal mücadeleyle, yalancı baharlara kapılmadan, hayal ettiğimiz güzel günleri hep birlikte kurabiliriz. 
Hâlâ bitmedi. Bir yol daha var.