Edebiyatçı, hangi politik sözleri ediyor veya politikadan ne kadar uzak duruyor olursa olsun, “okuru dikkate almam” diyerek anlaşılmayı önemsemeyen çalışmalar yaptığında, pop kültürüne ve egemen toplumsal düşüncelerin işlevine katkıda bulunuyor.

Bireycilik ve edebiyat

Zafer Köse - Yazar, Editör

Hiçbir okuryazarın edebiyat anlayışı, onun dünya görüşünden bağımsız olamaz. Bu ilişkilendirme ille de bilinçli olmayabilir. Milan Kundera, çoğu okurun ne okuduğunu anlamadan bir romanı okuyup bitirdiğini söylüyordu. Benzer durum edebiyatçılar için de geçerli; çoğu yazar ne tür bir ideolojik tavır aldığını ayırt edemeden yazıp duruyor. 

Toplumsal tutumlarını onayladığımız, politik yazılarına katıldığımız ve yazınsal yapıtlarını sevdiğimiz edebiyatçı dostlarımızın bile, edebiyata dair söyleşilerinde, sanatın hayata müdahale etmesine karşıt sözler ettiğine rastlıyoruz. Örneğin, “Roman yazarken okuru düşünmem, okurun varlığını dikkate almam” diyorlar. “Edebiyatçı anlaşılmayı dert etmez” diyebiliyorlar. 

Üstelik kapitalist sisteme karşı bir tutum olarak görüyorlar bu sözlerini. Sanat yapıtının metalaşmasına karşı tavır aldıklarını ve ticari başarıyı küçümseyen sözler ettiklerini düşünüyorlar. 

Bir edebiyatçı da tıpkı bir çiftçi, mühendis, teknisyen veya öğrenci gibi, gündelik hayatın içinde politik tercihlerine uygun hareket eder. Oy kullanır, bir örgüte bağlı hareket eder veya politikayla hiç ilgilenmez. Ama bazen, asıl ideolojik bilinç ve ideolojik etki, doğrudan politik olmayan tutumlarda netleşiyor. Ailede, komşulukta, sıra beklenen otobüs durağında, şirketteki kariyer mücadelesinde, trafikte… Ve hepsinden önemlisi, yaptığı işin niteliğinde. 

Edebiyatçının ideolojik tutumu, en az politik sözleri kadar, hikâye anlatımında ortaya çıkıyor. Bir edebiyatçı, hangi politik sözleri ediyor veya politikadan ne kadar uzak duruyor olursa olsun, “okuru dikkate almam” diyerek anlaşılmayı önemsemeyen çalışmalar yaptığında, pop kültürüne ve egemen toplumsal düşüncelerin işlevine katkıda bulunmuş oluyor.  

YANLIŞTAN ÖTE, YÜZEYSEL 

Birkaç kuşaktır sürekli yükselen ve artık toplumdaki en yaygın nitelik haline gelmiş olan bireyci dünya algısı, edebiyata biçimcilik olarak yansıyor. Biçimcilik o kadar kanıksanmış durumda ki, edebiyatta o anlayışa karşı söz söyleyebilmek için, öncelikle, biçime karşı olmadığınızı, biçim yaratmayı küçümsemediğinizi açıklamak zorunda kalıyorsunuz. 

Evet arkadaşlar, bütün sanat dallarında olduğu gibi edebiyatta da öz, elbette ancak bir biçim ile ortaya çıkarılabilir. Hatta edebiyat üretim sürecine, öz’e biçim vermek uğraşı da diyebiliriz. Zaten ancak biçim verilmiş bir özün anlamı ve estetik değeri söz konusu olabilir. 

Bu açıdan bakınca, “Ne anlattığınız değil, nasıl anlattığınız önemlidir” gibi sözler, yanlış bir düşünceyi ifade etmenin ötesinde, yüzeyselliği yansıtıyor. Nasıl anlattığınız, ancak neyi anlattığınıza, bu ikisi arasındaki uyuma, bazen de bilinçli olarak yaratılmış uyumsuzluğa bağlı olarak değerlendirilebilir. 

Peki, “Benim derdim bir şey anlatmak değil” diyebilir mi bir yazar? Diyemez. Çünkü bunu demek de bir şey anlatmaktır. Ayrıca, bir şey anlatmamak gibi bir seçenek olsaydı bile, onu seçmek, büyük bir şımarıklık olurdu. O anlayışla üretilen yapıtı yayınlamak, okurken ömründen bir daha geri gelmeyecek dakikalar veya saatler harcayacak okura hakaret düzeyinde bir saygısızlık olurdu bu. 

ŞARJ ALETİ GİBİ 

Bu konudaki bir tuhaflık da gerçekte var olmayan bir tartışma yürütmek. “Anlatım biçimi önemli değil, içerik doğru olsun yeter” diyen bir kişiye bile rastlanılamayacağı halde, öyle düşünen birileri varmış gibi sürekli uyarı ve eleştiriler dile getiriliyor. 

Anlatımın aşırı (ne anlattığından kopuk olarak) önemsenmesinin, birbirini güçlendiren iki nedeni var galiba. Biri, edebiyatın hayata dair meselelerden uzaklaşmasını tercih eden ve bu yönde bir okur beğenisi yaratma çabasında epeyce yol alan egemen anlayış. Türkiye’de 12 Eylül Darbesi’nden sonra tek yönlü biçimde yayılan liberal görüşler, dünyadaki Sovyetler sonrası havayla birleşince, öyle bir okur beğenisi yaygınlaşmaya başlamıştı. 

1990’lardan itibaren hızla yayılan bu anlayışa göre iyi edebiyat sizi “alıp başka dünyalara götürür”. Yaşadığınız hayata dair düşünceler veya akıp giden hayatın hikâyeleri değildir, edebiyatın konusu. Ya edebiyatın kendisi bir konu olarak ele alınır, metinlerarasılık, üstkurmaca falan gibi meseleler, hayatta bir karşılığı olmayacak açılardan irdelenir; ya da edebiyat bir tür oyun ve dinlenme aracı kabul edilir. Bu durumda, tıpkı şarjı biten elektronik aletlerin şarj edilip tekrar sahiplerine faydalı hale getirilmesi gibi bir işlev görür edebiyat. İstemediği koşullarda çalışan ve öyle yaşayan insanları başka dünyalara götürüp oyalar, eğlendirir; tekrar “normal” hayatına dönüp sorgulamadan devam etmeleri için onları şarj eder.  

FAZLA GÜZEL YAZMAK 

İkinci neden olarak, yine buna bağlı bir gelişmeden söz edebiliriz. Bir şey anlatmaktan veya hayata müdahale etmekten bağımsız olarak yazmak, daha doğrusu, yayınlamak, yani yazar olmak kendi başına bir amaç haline geldi. Yayın organlarının karşılayamayacağı miktarlarda başvuru oluşuyor. Bu nedenle, yazı atölyeleri yaygınlaşıyor, yazma tekniği anlatan kitaplar epeyce ilgi görüyor. Kendini “yazar adayı” kabul eden insanlar sürekli çoğalıyor. Ve edebiyat ortamında, okura hitap etmek yerine, yazarlar arası bir iletişim eğilimi yükseliyor. Yükseldi. 

Yazma teknikleri ve dil kullanımı yeteneği gelişmiş insanlar, önceki kuşaklara göre belirgin biçimde çoğalıyor. Ne var ki, güzel yazmak, içeriğe uygun anlatım geliştirmekten bağımsız bir çaba haline gelmiş durumda. Bunun sonucunda, o metnin niteliği haline gelemeyen bir güzellik durumu ortaya çıkıyor. “Fazla güzel” gibi bir duygu veriyor öyle metinler. 

Sonsöz: Toplumda yaygınlaşan okur beğenisi de ideolojik bir meseledir. 

Sondan bir sonraki söz: Hayata dair hikâye anlatmak, geçmişte kalan bir moda değil, tersine, güncel modaya direnmektir. Edebiyatın kadim halidir.