BirGün Forum: Dünyada parlamenter demokrasi çökerken

Yusuf Tuna Koç 

BirGün Forum’un bu haftaki sayısında, Türkiye ve dünyada parlamenter demokrasinin krizini tartışmaya açtık. Tüm dünyada seçimlerde birbirinin kopyası merkez sağ-sol siyasetçilerden farklı tek seçeneğin pıtrak gibi artan neofaşist liderler olduğu bir döneme girildi. Geçmişte Trump ile özdeşleşen –ve muhtemelen onunla devam edecek olan– bu neofaşist dalga tüm Avrupa’yı etkisi altına aldı. Bunun yanında Rusya, Hindistan, Azerbaycan gibi ülkelerde de artık seçim sonuçları haber bültenlerini doldurmak dışında herhangi bir anlam ifade etmiyor. 

Fakat parlamenter demokrasinin krizi bugün yalnızca görünür bir antidemokratikleşme sorunu değil. ABD’de Biden, Fransa’da Macron hükümetleri, Almanya’da yeşiller-sosyal demokratlar ittifakı da en az Rusya veyahut Hindistan kadar bugünün demokrasi krizinin parçası. Parlamenter siyaset dünyanın her yerinde neofaşizm ile merkez arasına sıkışmış durumda ve her koşulda sağa çekiyor. Batı demokrasisinin bugünkü örnek isimleri; NATO üniformalarıyla selam duran Yeşiller Partisi üyeleri; Le Penn ile yarışmak için giderek ırkçılaşan Macron; 81 yaşına gelmiş, 1996’da ölen Mitterand ile yeni görüştüğünü sanan Biden.  

Dünyanın her yerinde parlamenter, düzen içi demokrasi, seçmeni olan emekçi halkların yaşamları ile herhangi bir şekilde temas edemiyor. Neoliberal sistem içerisinde sağından soluna tüm hükümetler giderek daha güvenlikçi ve piyasacı politikalara yoğunlaşırken, halihazırdaki kadük demokrasi kurumlarının bile üzerinden atlamaya çalışıyor.  Parlamenter demokrasinin gerilemesi, siyasetin seçeneksizleşmesi, toplumların özündeki bir sağcılıktan kaynaklanmıyor. Reel sosyalizmin çözüldüğü ve neoliberal sistemin dünyaya hâkim olduğu 1980’lerden bu yana, toplumsal muhalefet güçleri, emek örgütleri dünyanın her yerinde siyasi gücünü kademeli olarak kaybetti. Sınıf mücadelesi dünyada geriledikçe, düzen içi partilere ileri bir basınç yaratabilecek koşullar da ortadan kalktı. Buna paralel olarak son 40 yılda, işgaller ve krizlerle ilerleyen küreselleşme ve piyasacı eğilimlerin önündeki engeller kalktıkça da demokrasi kurumları giderek daha kadükleşti, partiler ve seçmeni olan emekçi yoksullar arasındaki ilişki giderek zayıfladı. Bugün İngiltere’de gıdaya erişim bir krizken, parlamentonun öncelikli konu başlıkları sermayeden vergi kesintileri ve “transseksüellerle mücadele”. ABD’de Trump’ın karşısındaki “demokrasi timsali” Biden, kapalı kapılar ardından şirketlere yeni vergi indirimleri sağlamaya çalışıyor.  

Parlamenter demokrasinin bugünkü krizinin bir meyvesi de neofaşist dalga oldu. Siyaset alanı ile doğrudan ilişki kuramayan milyonlar, kendisi için siyaset kurumu ile de kavga edecek “antipolitik”, karizmatik liderlere yöneldi. Emperyalizmin son 20 yıldaki savaş politikalarının yarattığı zorunlu göçler, neoliberalizmin yoksullaşma dalgasıyla birleşince de bugünkü neofaşist hareketlere karakterini verdi. 

TÜRKİYE’DE TEMSİLİ DEMOKRASİNİN ÇÖKÜŞÜ 

Ülkemizin demokrasi hikâyesi ise kendine özgü eşikleri olsa da dünyadaki gerilemeye paralel. 

Türkiye uzun zamandır parlamentonun da anayasanın da fiilen ortadan kaldırıldığı bir tek adam rejimi ile yönetiliyor. AYM kararlarının dahi yok sayılarak Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesi parlamentonun tabutuna çakılan son çivi oldu. 

Türkiye’de gerçek anlamda demokratik parlamenter bir sistem hiçbir zaman olmadı. Parlamentonun nispi demokratik bir nitelik kazandığı kısa dönem 1961 anayasası ile mümkün olmuştu. Bu dönemde seçim sistemi bütün partilerin ülke çapında aldığı oya göre temsil hakkı tanıyan Milli Bakiye Sistemi uygulanmaya başlamıştı.  

TİP’in yükselen toplumsal sınıfsal mücadelelerinin bir sonucu olarak kendi gücüyle 15 milletvekili ile temsil hakkı kazanması bu sistemle mümkün olabilmişti. Ancak bu nispi demokratik haklar 12 Mart’la birlikte adım adım ortadan kaldırılmaya başlandı. Darbenin başındaki Genelkurmay Başkanı Mehduh Tağmaç’ın “sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı” sözleri de bunun bir ifadesiydi.  

12 Eylül ise siyasal rejimi köklü bir şekilde dönüştürdü. 1982 anayasası 61 anayasasının aksine yasamanın etkinliğini azaltarak yürütmeyi etkinleştiriyor, Cumhurbaşkanı’na verilen aşırı yetkilerle gücün merkezileştirilmesini hedefliyordu. Öte yandan da yüksek mahkemelere yönelik atamalarla yargının siyasal iktidarın denetimi altına alınmasında önemli bir yol alınıyordu. Sendikal hakların, örgütlenme ve ifade özgürlüğünün alabildiğine kısıtlandığı antidemokratik hükümlerin yanında, siyasi partiler yasası da bu çizgide değiştiriliyordu. Siyasi partiler yasasında genel başkana aşırı yetkiler tanıyan hükümlerle bir tür tek adamlık tesis edilmişti.  

Sol hareketin önünü kesmek ve siyasal alanın dışında tutmak üzere konulan yüzde 10 seçim barajı da tüm sistemin güvencesi olarak hayata geçiriliyordu.  Bugünkü tek adam rejimi de asıl olarak bu antidemokratik zemin üzerinden yükseldi.  

Öte yandan da Türkiye’de başkanlık sistemini ilk gündeme taşıyan ise 90’ların başında dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal olacaktı. 12 Eylül ile ülkenin ABD bağımlılığının kalıcılaştırıldığı ve bir tehdit olmaktan çıktığı atmosferde, Türkiye’yi özelleştirmeler ve neoliberal politikalarla yoksullaştıran ve patron cenneti haline getiren Özal, bu dönüşümü taçlandırabilmek için de hızlı karar alma ve yetkinin tek kişide toplanmasına yönelik ihtiyacın altını çiziyordu. O dönem sermaye kesimlerinin de desteklediği bu projeyle, Kürt sorununun alevlendiği ve devlet eliyle palazlandırılan tarikatların yükseldiği koşullarda, federatif bir başkanlık sistemi projesi ile Türkiye’nin şirket gibi yönetildiği bir örnek ılımlı İslam projesi hedefleniyordu. 

Özal’ın bu hayalinin gerçekleşmesi ise ancak AKP iktidarıyla mümkün olacaktı. Erdoğan’ın ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında eş başkanlıkla görevlendirildiği ve CIA şeflerinin İstanbul’u hilafet merkezi olarak tasarlamaya kadar vardırdığı gelişmeler içinde, tüm yetkinin tek kişinin elinde olması emperyalist merkezlerin de bir tercihiydi. Sermaye çevrelerinin tercihi de uzun zamandır bu yönde olduğu biliniyor. Kuşkusuz ki siyasal İslamcı rejimin gelişim süreci içindeki çelişki ve çatışmalardan da geçilerek 2017 referandumu sonucunda Türkiye’de başkanlık sistemi yerleşti.  

Arjantin’den İngiltere’ye seçimleri ve parlamenter demokrasinin gerileyişine dair gelişmeleri Esra Akgemici, Levent Özçağatay, Alaz Sümer ve Gürsel Köksal’a sorduk. 

*** 

Almanya neofaşizm tehdidiyle karşı karşıya 

Almanya bugün sadece Ukrayna cephesinde değil, her uluslararası krizde NATO’nun hedefleriyle bütünleşmiş bir dış politika izliyor. 

AfD’nin yükselişiyle artık Almanya da aşırı sağın güçlü olduğu yerlerden. İktidardaki Yeşiller ile Sosyal Demokratlar ittifakı ise NATO’culuk ve piyasacılıkla suçlanıyor. Almanya siyasetinin neofaşizm ile NATO’culuk arasına sıkışması siyaseten ne anlatıyor? Almanya için faşizm ve NATO’culuk dışında üçüncü bir yol mümkün mü? 

Gürsel Köksal: Almanya’da aşırı sağın son zamanlardaki güçlenmesi II. Dünya Savaşı sonrası dönemi dikkate alındığında çok yeni dinamiklere dayanıyor. Aşırı sağ potansiyel, Nazizm ya da “Nasyonal Sosyalizm” adı altında tarih sahnesine çıkan Hitler faşizminin yıkılmasının ardından kurulan Federal Almanya Cumhuriyeti’nin tüm dönemlerinde hep var olmuştu. Ancak aşırı sağcı parti AfD (Almanya için Alternatif) ortaya çıkana kadar bu potansiyel ülke siyaseti açısından önemli bir güce evrilememişti. İlk kuruluş döneminde kendisini “Avrupa Birliği’ne ve ortak para birimi ‘Euro’ya itirazların partisi olarak” gösteren AfD, gerçek yüzünü ortaya çıkardıkça hızla güçlenerek, son kamuoyu yoklamaları itibarıyla ülkenin ikinci büyük partisi konumuna geldi. Hatta bazı eyaletlerde birinci sırayı almış durumda. Yeni dinamiklerden söz ediliyor. En önemlisi bu güçlenmenin süreklilik arz etmesi. Yani artık ısrarla her seçimde bu partiye oyunu veren, kemikleşmiş bir seçmen kitlesi söz konusu.  

Almanya ciddi bir “neofaşizm” tehdidiyle karşı karşıya. Ancak bu partinin iktidara gelmesi ya da iktidar ortağı olması için diğer partilerle işbirliğine yapması gerekiyor. Son haftalarda ülkenin dört bir köşesinde yüz binlerce insanın katıldığı anti-faşist protesto eylemleri nedeniyle böylesi bir işbirliği şimdilik çok zor. AfD’li politikacıların göçmenlerin ve göçmen kökenli Almanların kitleler halinde ülkeden sürülmesini öngören planların tartışıldığı bir gizli toplantıyla bu partiyle organik bağları olmayan neo-Nazi ideologlar ve aktivistlerle birlikte katıldıklarının ortaya çıkarılmasının ardından başlayan protestolar halen devam ediyor.  

Bu arada kamuoyu yoklamalarına göre son haftalarda yüzde 20’den 22’ye doğru artış gösteren oy potansiyeli şimdilerde düşük oranda da olsa gerileme eğilimi gösteriyor… Bu durum ne kadar sürer, bilinmez. 

Ancak ülkenin doğusundaki üç eyalette eylül ayında gerçekleştirilecek seçimlerde sandıktan AfD’nin en büyük parti olarak çıkaracak sonuçların çıkma olasılığı halen geçerli. “Merkez sağın AfD’yle işbirliği” konusu önümüzdeki aylarda yeniden gündeme gelebilir… 

İktidardaki koalisyon hükümetine yönelik “NATO’culuk ve piyasacılık” değerlendirmesi doğrudur.  

Avrupa’daki savaş, Rusya’nın iki yıl önce Ukrayna’yı işgale kalkışmasıyla yeni bir evreye girene kadar Almanya “ihtiyatlı” bir dış politika izliyordu. “Savaşan ülkelere ya da çatışma halindeki taraflara silah satmayı” yasaklayan kırmızı çizgilere büyük ölçüde itibar ediliyordu.  Ancak Rusya’yla ilişkilerde uzlaşıcı, dengeci politikalar hızla terk edildi.  

Almanya bugün sadece Ukrayna cephesinde değil, her uluslararası krizde NATO’nun hedefleriyle bütünleşmiş bir dış politika izliyor.  

Rusya’nın önümüzdeki yıllarda Almanya’ya da saldırabileceği gerekçesiyle 100 milyar euro ek bütçe çıkarılarak büyük bir silahlanma süreci başlatıldı. Savunma harcamaları NATO’nun isteği ölçüde yükseltildi.  

Bu durum hükümetin kuruluş döneminde önüne koyduğu toplumsal, çevre korumacı hedeflere ilişkin bütçelerden büyük kesintilere yol açıyor. Buna neden olan askerî harcamalar ise kesinlikle tartışılmıyor. Öyle ki IG Metal ve Ver.di gibi büyük sendikaların genel kurullarından bile hükümetin Ukrayna’ya askerî yardımlarına destek kararları çıktı.  

Bu arada sol, kendi içindeki parçalanma nedeniyle büyük güç kaybına uğradı. Önümüzdeki süreçte Sol Parti‘nin (Die Linke) parlamenter süreçlerin dışında kalma olasılığı çok yüksek. 

Onların içinden çıkan yeni “sol parti” BSW, hem neofaşist tehdide, hem de NATO’cu, piyasacı politikalara soldan itiraz potansiyeli var. Ancak henüz örgütlenmesini tamamlamadılar. Önümüzdeki aylarda nasıl bir gelişme gösterecekleri belli değil. 

*** 

Başarılı muhalefeti örgütlü mücadele yaratıyor 

Toplumsal tepkinin hızlı ve örgütlü olması sayesinde, Milei iktidara geldikten çok kısa bir süre sonra etkin bir genel grevle karşılaştı ve torba yasayı geçirmede başarısız oldu. 

Arjantin’de Milei’nin özelleştirmeler, kamu harcamalarında kısıtlar ve özel yetkiler içeren torba yasası sokak gösterilerinin ardından geri çekilmek zorunda kaldı. Sürece dair yorumunuz nedir, bu dönem dünyada popülerleşen Milei ve benzeri sağcı, piyasacı aktörlere karşı toplumsal reaksiyonlar sizce ne kadar belirleyici olacak? 

Esra Akgemci: Yüzde 55 oy ile iktidara gelen aşırı sağcı Javier Milei, demokratikleşme sürecinin başladığı 1983 yılından bu yana en yüksek oranla başkan seçildi. Ancak güçlü bir partisi ve kongrede desteği olmadığı için Arjantin tarihinin en güçsüz başkanlarından biri olarak tanımlanıyor. Eski Başkan Mauricio Macri’nin başını çektiği merkez sağın desteği olmadan Milei’nin kongreye yolladığı yasaları geçirmesi zor görünüyor. Bu açıdan seçimin esas galibinin Macri olduğu, Milei’nin Macri’nin gölgesinden çıkmadan ülkeyi yönetemeyeceği yorumları yapılıyor.  

Milei, göreve gelir gelmez 366 maddeli acil bir kararname ile yasa değişikliğine gitmek istedi. Bununla birlikte, güçlü bir toplumsal muhalefetle karşılaşacağını bildiği için gösteri ve yürüyüş hakkını kısıtlamaya yönelik maddeleri de içeren bir torba yasayı da kongreye sundu. Ancak Arjantin’de toplumsal hareketler, seçimlerin hemen ardından, daha Milei başkanlık koltuğuna oturmadan organize olmaya başlamış, ülkenin en büyük sendikası CGT (Genel Emek Konfederasyonu) ile yakın ittifak içindeki toplumsal hareketler, Milei’ye karşı direnişin ana odağını oluşturacak bir kutup inşa etmeye başlamıştı. Toplumsal tepkinin hızlı ve örgütlü olması sayesinde, Milei iktidara geldikten çok kısa bir süre sonra etkin bir genel grevle karşılaştı ve torba yasayı geçirmede başarısız oldu.  

Milei’nin üç ana hedefi var. Birincisi, bütçe açığını kapatmak. Bunu da yatırımlarda ve kamu harcamalarında kesintiye giderek, sübvansiyonları (özellikle çok ucuz olan ulaşımda ve enerji tüketiminde) kaldırarak ve çalışanları işten çıkartarak yani özetle işçi sınıfı üzerinde baskı uygulayarak yapmayı planlıyor. Milei’nin kemer sıkma politikalarının satın alma gücü üzerindeki olumsuz etkilerini şimdiden görmek mümkün ancak orta ve uzun vadede bu politikaların ekonomik krizi çözmeyeceği daha net görülecek ve bu da daha çok toplumsal tepkiye neden olacaktır. Milei’nin ikinci hedefi ise daha geniş çaplı yapısal reformlar uygulayarak sosyal devleti ortadan kaldırmak. Bütçe kesintileri ve kamu şirketlerinin özelleştirilmesi, bu yönde atılacak ilk adımlar. Milei, her ne kadar devleti tamamen ortadan kaldırmaya yönelik liberteryen bir “ütopyaya” atıfta bulunsa da esas olarak Arjantin tarihini belirleyen kolektif eylem gücünü, dayanışmayı, demokrasiyi ve örgütlü halkı hedef alıyor. Milei’nin üçüncü hedefi de bunları ortadan kaldırmak için her türlü muhalefeti şeytanlaştırmak, muhalifleri kriminalize etmek ve protestoları suç olarak göstermek, bunun için de devlet baskını artırmak ve otoriter bir yönetim kurmak. Milei’nin hedefinde kadınların olması bu açıdan şaşırtıcı değil.  

Milei’nin kongreye sunduğu yasalardan biri de Aralık 2020’de kabul edilen kürtaj yasasını yürürlükten kaldırmaya ve dahası kürtaj yaptıran kadınları ve kürtajı gerçekleştiren doktorları cezalandırmaya yönelik. Milei, bu konuda da etkin bir toplumsal muhalefetle karşı kaşıya. Feminist hareketin, 2023 seçimleri sürecinde Milei’ye karşı en önemli toplumsal güçlerden biri olarak öne çıktığını söyleyebiliriz. 13 Ağustos’taki ön seçimlerden 22 Ekim’deki genel seçimlere kadar, iki ay boyunca, Ni Una Menos Kolektifi tarafından çeşitli toplantı, eylem ve gösteriler düzenlendi. Arjantin’de çok güçlü bir toplumsal mücadele geleneği olan kadın hareketleri, Milei’nin tehdit ettiği feminist kazanımları korumak için sokakları ve meydanları doldurmaya devam edecekler.  

Örgütlü mücadele geleneğinin güçlü olduğu ülkelerde toplumsal muhalefet başlıbaşına bir dinamik oluşturabiliyor. Komşu ülke Şili’de aşırı sağın temsilcisi olan José Antonio Kast’ın iktidara gelmesini bu dinamik engelledi. Cinsiyetçilik ve ırkçılıkta Bolsonaro ve Milei’yi aratmayan Kast, 2021’deki başkanlık seçimlerinin ilk turunu yüzde 27 ile ilk sırada tamamlamıştı. İkinci turda ise yüzde 44 oyla solcu lider Gabriel Boric’in gerisinde kaldı. Boric’in zaferinde ikinci turda merkez seçmene seslenebilmesinin payı büyüktü. Kast ise toplumsal tepkiye yol açabilecek radikal bir aday olarak görüldü. Nitekim Şili’de merkez sağı temsil eden (ve geçtiğimiz günlerde vefat eden) Sebastián Piñera, önce 2010’da ardından 2018’de iktidara gelmiş, bu da hemen sonrasında, 2011 ve 2019’da ülke çapında kitlesel protestolara yol açmıştı. Dolayısıyla toplumsal patlama ihtimalinin, Şili’de aşırı sağcı bir liderin seçilmesini önleyecek güçlü bir dinamik oluşturduğunu söyleyebiliriz. Bugüne kadar etkili olan bu dinamiğin bundan sonra ne kadar belirleyici olacağını kestirmek kolay değil. Ancak şunu söylemek mümkün, toplumsal muhalefet aktörlerinin yasal ve siyasal süreçlerde belirleyici olabilmesi, toplumsal hareketlerin sürekliliğini ve etkinliğini koruyabilmesine bağlı. Latin Amerika’da Arjantin, Şili, Brezilya ve Meksika gibi birçok ülkede bunu gözlemleyebiliyoruz. 

*** 

Merkeze oynama çabasındaki İşçi Partisi 

İşçi Partisi kurmaylarından birisinin seçim zaferini kesinleştirmek amacıyla üç genel seçim kazanmış eski lider Tony Blair’in taklit edilmesini önerdi. Ayrıca Keir Starmer’a el sallamak ve sırıtmak konularında eğitim verilmesini önermesi de seçmeni aşağılamaktan öteye gitmiyor. 

İngiltere’de seçimler yaklaşıyor. Corbyn’in tasfiyesinin ardından iktidardaki parti de muhalefetteki parti de sağcı hale geldi. Halk için ise ciddi yoksulluk sorunu var ve tepkiler her geçen gün daha da artıyor. Ada siyaseti bir temsil sorunu yaşıyor mu? Alternatifsizlik söz konusu mu? Corbyn’in ardından Ada solu ne yaptı ve ne yapmayı planlıyor? Starmer yeni Blair olmaya mı çalışıyor? 

Levent Özçağatay: Muhafazakâr Parti içinde aralarında eski bir başbakan, eski bakanlar ve eski parti başkanı da olan partinin sağ kanadından bir grup milletvekilinin “Popüler Muhafazakârlık” adı verilen yeni bir hareket başlatması dünyanın her tarafında demokrasilere musallat olmuş sağ popülizmin adadaki ana partilere sızdığının yeni bir belirtisi olacak. Bu hareketin hedefleri arasında, tahmin edilebileceği gibi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, göçmenler ve sığınmacılar, solcularla dolu olduklarını iddia ettikleri bağımsız veya yarı-otonom kurumlar, sol basın, BBC, yargıçlar, vergi yükü, işletmelerin uymak zorunda olduğu ticari ve mali kurallar, insan hakları / yeşil enerji / çevreciliği savunan "meçhul" örgütler.  

ABD’de radikal sağcı Trump liderliğindeki MAGA hareketinin gücü, Avrupa’da popülist sağın ürkütücü yükselişi ve aşırı sağ popülist partilerin bazı ülkelerde iktidara gelmiş olması ve bazılarında da iktidara oynuyor olması Birleşik Krallık’taki politik yelpazeyi de etkiliyor. Ülkenin politik yelpazesinde merkezin sağında yer alan ve geleneksel olarak kendi bünyesindeki değişik kanatları bir arada tutmasını beceren muhafazakâr Partide merkezdeki ılımlı kanat tasfiye edilirken aşırı sağ giderek güçleniyor.  

Ana muhalefet İşçi Partisi ise zaten sosyalist ve demokratik sol politikalar ile seçim kazanamayacağına kanaat getirip beş yıl parti liderliği yapmış sosyalist Jeremy Corbyn’i akıl almaz Bizans oyunları ile partiden atmış ve sosyalist kanadını zayıflatmayı başarmıştı. Genel seçimler yaklaşırken Gazze’deki katliamlara sessiz kalarak, İşletme/gelir vergilerinde artışı yapmayacağını, kamu harcamalarını artırmak için borçlanmaya gidilmeyeceği beyan edip çevre koruma ve temiz enerji için söz verdiği bütçeyi geri çekerek sağa kaymaya devam ediyor. 

Bu tür gelişmeler Batı Avrupa’da olduğu gibi adada da “Sol” ve “sağ” terimlerinin elden geçirilmesini gerektiriyor. Ülkenin seçim sistemi, dar bölge ve çoğunluk esasına dayanıyor. Partilerin ülke genelinde kazandıkları oylar seçim kazanan milletvekillerinin sayısıyla eşleşmiyor. Bunu “kazanan her şeyi alır” diyerek özetlemek mümkün. Dolasıyla milyonlarca seçmenin oyu çöpe gitmiş oluyor. Bu sistem aynı ABD’de olduğu gibi seçmenleri genellikle biri ortanın sağında öbürü ortanın solunda iki büyük partiye yönlendiriyor ve genellikle tek parti iktidarı ve bir büyük ana muhalefet partisi çıkarıyor. Diğer politik düşünceler ve örgütlenmeler ya marjinal olduklarını kabullenip çizgilerini değiştirmeden muhalefette kalıyorlar ya da iki büyük partinin içine sızıp parti politikasını etkilemeyi ve kararlarda pay sahibi olmayı seçiyorlar.  

Seçmenlerin ise büyük bir bölümünün politik partilere güvenmediği, kendileriyle hiçbir benzerliği olmayan politik elitten bıktığı ve seçim sonuçlarının kendi yaşamlarına bir değişiklik getirmeyeceğine inandıkları kamuoyu yoklamaları tarafından belirlenmiş. Oy kullanmayanlar arasında yapılan anketlerde büyük bir çoğunluk kendi politik görüşlerinin ve inançlarının partiler ve adaylar tarafından temsil edilmediğini, seçim manifesto taahhütlerinin seçimden sonra unutulduğunu ya da karar verebilecek kadar bilgili olmadığını belirtiyor. Geçtiğimiz 25 yıl içindeki genel seçimlerde ortalama katılım oranı yüzde 62. 

Ada tarihine İdeolojik açıdan bakıldığında solda ve sağdaki iki büyük partiyi birbirinden ayıran ana konular serbest piyasanın kontrolu, devletin mali ve ticari faaliyetlere müdahalesi, sendikalar ve toplu pazarlık, sosyal yardımların ve kamu harcamalarının boyutları, bireylerin ve işletmelerin vergi yükü, Lordlar kamarasının reformu, göçmenler ve sığınmacılar, ABD’den bağımsız dış politika, nükleer silahların gerekliliği, bütçe açığı, borçlanma ve geçtiğimiz yıllarda gündemi meşgul eden Brexit ve Avrupa Birliği ile olan ilişkilerdi. Ama özellikle genel seçimler yaklaşırken iki partinin de kararsız seçmenlerin ve sermayenin arkasında olduğu sağcı basının onayını kapabilmek amacıyla merkeze manevra yaptığı tespit edilen bir gerçek. Sahipleri Avustralya kökenli ABD vatandaşı olan Rupert Murdoch gibi, adanın dışında ve vergi cennetlerinde yaşayan milyarderlerden oluşan medya kurumları adadaki medya pazarının yüzde 75’ini kontrol ediyor. Bu milyarderlerden yalnızca ikisi en çok satan dokuz günlük gazeteden beşinin sahibi. Adanın politik hayatında, azgelişmiş ülkelerde görülenin tersine, hükümetlerin medyayı değil medyanın hükümetleri politik baskı altında tuttuğu düşünüldüğünde bu oranın önemi anlaşılıyor. Hem Tony Blair’in hem de Keir Starmer’in seçim öncesi çalışmalarında Murdoch’u ziyaret edip birtakım teminatlar verdiği biliniyor. Eski başbakan Boris Johnson’un “benim asıl patronum Daily Telegraph gazetesidir” dediği de unutulmayacak. 

Kamuoyu yoklamaları yaklaşmakta olan seçimlerde muhafazakâr Partinin hezimete uğrayacağını ve milletvekillerinin yarısına yakınının tekrar seçilemeyeceğine işaret ediyor. Partinin başkan yardımcısının genel seçimlerde verilmesi gereken mesajın ne olacağı konusunda partililere verdiği ve basına sızan tavsiye ilginç ve düşündürücü. “Son seçimlerde Brexit, Jeremy Corbyn korkusu ve Boris Johnson karizmasını kullanarak seçim kazandık. Bu kartların hiçbiri yok artık elimizde. Dolasıyla 2024 seçiminde iktidara tutunmak için partinin translara ilgili bir tartışmayla “kültür savaşlarına” yönlenmesi gerekebilir. (Gerçekten de ekonomiye tamiri imkânsız darbeler vurmasına rağmen Kuzey İrlanda’da neden olduğu politik tıkanıklığın çözülmesi ile Brexit meselesi kapanmış gibi gözüküyor. Boris Johnson’un liyakatsizliği defalarca ifşa edilerek istifaya zorlanması ile onun gerçeklerden uzak ve temelsiz iyimserliği de yok artık. Corbyn de zaten kendi partisi tarafından alaşağı edildi.)  

Trans toplumun ve onları destekleyen seçmenlerin sandıktaki varlığının ihmal edilebilecek kadar az olduğunu ama böyle bir tartışma ile translara karşı olan seçmenlerin kazanılacağı yalnızca politik alanı kültürleştirmek ve politik mücadeleyi “kültürel jestlerle” oy arttırmaya indirgemekten öteye aynı zamanda insanlık dışı bir varsayım. 

İşçi Partisi kurmaylarından birisinin ise seçim zaferini kesinleştirmek amacıyla üç genel seçim kazanmış olan eski lider Tony Blair’in taklit edilmesi ve Keir Starmer’a el sallamak ve sırıtmak konularında eğitim verilmesini önermesi de seçmeni aşağılamaktan öteye gitmiyor. 

*** 

Liberal siyasetin iflası, sol alternatifin liberalleşmesi ve sonuç olarak otoriter sağ 

Viktor Orban’ın iktidara gelirken ve gücünü pekiştirirken kullandığı argümanlar ile hitap ettiği kesim, dünyadaki diğer sağ radikal partilerle de benzerlik gösteriyor. 

Orban, Putin, Modi batı siyasetinde yan yana gösterilen ve benzetilen figürler. Macar örneğinden yola çıkarak sistemin otoriter sağ siyasetçiler üretmesi liberalizmin iflası mıdır? Böyle figürler altında parlamenter demokrasiden söz edilebilir mi? 

Alaz Sümer: Ekim 2018. Paris Komünü Caddesi, Numara 8A, Berlin. Almanya Sol Parti’ye yakınlığıyla bilinen Rosa Luxemburg Vakfı’nın binasında, yeni bursiyerler için düzenlenen karşılama etkinliği var. Çiçeği burnunda ve heyecanlı bir yüksek lisans öğrencisi olarak ben de oradayım, elimdeki broşürü büyük bir dikkatle inceliyorum. Broşürde koca harflerle “Avrupa’da Sağ Radikalizm” yazıyor. O zamanlar Rosa Luxemburg Vakfı’nın ve birçok sosyalistin Avrupa ülkeleri için en büyük tehditlerden biri olarak kabul ettiği sağ-otoriter siyasi partiler, artık yalnızca tehlike olarak nitelendirilemeyecek kadar hayatımızın içindeler. Avrupa’daki bu hareketlerden akla gelen ilk birkaç örnekten biri, Viktor Orban’ın partisi Fidesz. Son on beş senede Macaristan’da büyük seçim başarılarına imza attı Fidesz. 2022’deki son genel seçimde Hıristiyan demokratlardan Yeşillere, sosyal demokratlardan sol liberallere toplam yedi siyasi partinin birleşerek kurduğu ittifaka karşı yirmi puan farkla kazanan sağ radikal parti, bu zaferle iktidarını daha da sağlamlaştırdı. Viktor Orban’ın iktidara gelirken ve gücünü pekiştirirken kullandığı argümanlar ile hitap ettiği kesim, dünyadaki diğer sağ radikal partilerle de benzerlik gösteriyor. Almanya İçin Alternatif (AfD), Birleşik Rusya Partisi, Hindistan Halk Partisi hatta özellikle 2010 referandumu sonrası Adalet ve Kalkınma Partisi gibi örnekleri gözümüzün önüne getirdiğimizde, bu hareketlerin hemen hepsinin yoksul halk kitlesinin desteğini alarak yükseldiğini görüyoruz. Liberal siyasetin çoğu zaman ihmal ettiği, taleplerini göz ardı ettiği yoksul kesim aynı zamanda orta sınıftan farklı olarak daha tutkulu ve sadık bir seçmen kitlesi olma özelliği taşıyor. Toplumdaki kutuplaşmanın da bu oy kaynağını daha etkili kıldığını söylememiz gerekiyor. Bu noktada, dile getirdiğimiz tüm bu benzerliklerin tesadüften çok daha fazlasını ifade ettiğini düşünüyorum. 

Savaş ve kriz dönemleri, dünya tarihinde birçok şeyin belirleyicisi olmuştur. Siyasi hareketler de bundan azade değiller elbette. Avrupa’daki kitlesel sol partilerin, merkez sağ ya da sosyal demokrat partilerin yönetme krizlerini değerlendirerek 2000’li yılların başlarından itibaren zaman zaman iktidara gelmeleri gibi sağ radikal partiler de toplumu kutuplaştırma ihtimalini yükselten ekonomik krizlerden ve savaşlardan çoğunlukla kârla çıkmışlardır. Suriye İç Savaşı ile başlayan göçmen krizi, NATO’nun doğuya doğru genişlemesi, Rusya-Ukrayna savaşı ve son olarak İsrail’in Gazze saldırısı, bir süredir alışkın olduğumuz otoriter sağ siyasetçileri daha önce hiç olmadığı kadar görünür ve etkili hale getirdi. Avrupa Birliği’nin güçlü ülkelerinde iktidarı halihazırda elinde bulunduran liberal partiler, savaş bölgelerine silah yollama, NATO’nun talimatıyla Ukraynalı göçmenleri kabul etme, onlara istihdam sağlama ya da İsrail’e her alanda koşulsuz şartsız destek verme gibi daha “büyük” işlerle uğraşırlarken ya da kimlik siyaseti ile daha çok meşgul olurlarken toplumun alt gelir grubuna mensup olan insanların yani çoğunluğun dertleri ile “uğraşma” görevi de sol partilere ve sağ radikal partilere kalmıştı. Çünkü yalnızca bu partiler, gelir adaletsizliğini, siyasetin ana hareket noktası olarak kabul ediyorlardı. Almanya örneğinde de, bu “büyük” işlerle uğraşmaktansa sosyal adaletsizliğin ülkedeki ana problem olduğunu söyleyen ve bu problemin üzerinde durmayı tercih eden iki siyasi parti vardı: Die Linke (Almanya Sol Parti) ve sağ radikal AfD, yani Almanya İçin Alternatif. Bu sebeple bu iki parti, birçok konuda taban tabana zıt şekilde konumlanıyor olsalar bile aynı soruları sordukları ve toplumun benzer kesimlerine hitap ettikleri için her zaman birbirlerinden oy çalma potansiyeline sahiplerdi. Sonuç olarak bu potansiyel de gerçeğe dönüştü. Elbette AfD lehine.  

AfD’nin kurulduğu yıl olan 2013’te Die Linke, sosyal adaletsizliğin kaynağının neoliberal sistem olduğunu ileri sürerek buna karşı mücadele verilmesi gerektiğini savunuyordu. AfD ise, mevcut sorunların ezici çoğunluğunun göçmenlerden kaynaklandığını söyleyerek tüm kaynaklarıyla ve yalnızca Almanlar için varolan bir ulus-devletin tek gerçek çözüm olacağını dile getiriyordu. Die Linke, kendisini birçok açıdan “sol-liberal” olarak tanımlayan fakat güçlendiği dönemlerde merkez-sağa daha yakın bir siyaset izleyen Almanya Yeşiller Partisi’nin, iktidara geliş ile sonuçlanan etkileyici yükselişinden kendisine pay çıkardı(!). Sınıf siyasetinden uzaklaşıp kimlik siyasetine yakınlaşmaya ve konsantrasyonunu yukarıda da bahsettiğimiz “büyük” işlere yöneltmeye başladı. Büyük şehirlerin merkez semtlerinde yaşayan, akademik geçmişe sahip olan ve çoğunlukla iyi kazanan insanların hayatlarına dokunmak, onların sorunlarını çözmek ya da örneğin Ukrayna halkı ile dayanışma içerisinde olmak, bu sebeple onlar için çoğu zaman yoksulluktan ve gelir adaletsizliğinden bahsetmekten daha tercih edilebilir hale geldi. Liberal siyasetin toplumun tabanına etki etme konusunda çaresiz kalıp tıkanmasına, sol partilerin liberalleşmesi de eklenince sağ radikal partiler, işçi sınıfına, halkın yoksul kesimine erişebilme imkânı açısından rakipsiz hale geldiler. Bu noktada liberal siyasetin iflası kadar, sol partilerin liberalleşmelerinin ve bu sebeple sisteme alternatif üretmekten uzak hale gelmelerinin de üzerinde durmak gerekir. Söylemlerinde net olmayan ve orta sınıfa da hitap edebilmek için isteyerek ya da istemeden liberal siyasetin etkisi altında kalan birçok sol parti geçtiğimiz yıllarda büyük düşüş yaşadı. Çünkü halkın talepleri konusunda sağ radikal partilerin daha net programları vardı. Bu programlar halkın refah düzeyinin düşük olmasının sorumlusunu(!) ete kemiğe bürünmüş bir şekilde seçmen kitlelerine sundular. Sundukları bu sorumlu, göçmenlerdi. Ayrıca bu siyasi partiler, orta sınıfı incitmeme gibi bir kaygı da gütmedikleri için daha özgür bir hareket alanıyla siyaset yapabilme imkânı buldular. Bu şartlar altında solun tekrar doğduğu yere, sınıf siyasetine geri dönebilmesi tam da bu sebeple büyük önem arz ediyor. Liberalizm de sağ radikal siyaset de sosyal adaletsizliği ortadan kaldırmaktan epey uzak olan hareketler. Bu gerçeğin toplum nezdinde de kabul görebilmesi ancak sınıf odaklı siyasetle mümkün olacaktır. İşçi sınıfının hayatına dokunan tek hareketin sağ radikal bir motivasyonla hareket ediyor olması, parlamenter siyasetin sürdürülebilirliğini de toplumun tüm özneleri için insanca bir yaşam ihtimalini de imkânsız kılma potansiyelini beraberinde getirecektir. Bu sebeple Almanya Sol Parti’den ayrılan siyasetçilerce kurulan Bündnis Sahra Wagenknecht ve diğer ülkelerdeki benzer hareketlerin yakından takip edilmesinin de sağ radikal siyasetle mücadele bağlamında önemli olduğunu düşünüyorum. “NATO güdümünden ve liberal etkiden uzak şekilde hareket edebilen, ayakları yere basan ve işçi sınıfının sesi olabilecek bağımsız bir sol siyaset Avrupa’da mümkün müdür?” sorusu burada çok kritik. Çünkü solun güçlenmesi ve sağ radikalizmin zayıflatılması ancak bu sorunun olumlu şekilde cevaplanabildiği ve göçmen krizi de dahil olmak üzere dünyadaki her şeyin sınıfsal olduğunun anlatılabildiği bir denklemde mümkün olacaktır.