Cinsiyetçi bir başlık değil aslında, daha çok kendimizi anlamaya dair tırnak içinde bir soru, biz neden adam olmayız? Memleketin kültürel kodları değişirken, paraya ve güce dayanan sistem giderek daha fazla üzerimize gelirken, biz neden sisteme ayak uyduramıyoruz? Bu çürümüş sistemin dışında kalabiliyorsak, belki de Kemalettin Tuğcu okuyarak büyüdüğümüz masum yılların hatırınadır, kim bilir

Biz neden adam olmayız?

SİBEL KÖKLÜ- @sibelkoklu1

Para biriktirip ev alma hevesimiz, araba alıp konu komşuya göstere göstere kapının önüne çekme hırsımız olmamış hiç. Tam tersi araba alsak, tek başına yolda giderken rahatsız oluruz. Trafikte insanlar otobüslerde tıklım tıkış giderken, rahat rahat oturmaktan utanırız, insanlarla göz göze gelmek istemeyiz. Bize bencilmişiz gibi bakmalarından korkarız belki de. Otobüs, metro, tramvay bizim kendimizi kalabalıklarla beraber iyi hissettiğimiz yerlerdir. Metrobüse binerken kolumuz bacağımız kapıya da sıkışsa, savaşa gider gibi dirsek atıp ittirenlerle boğuşsak da, gideceğimiz yere trafikte takılmadan hızlı gittik diye seviniriz. Züğürt tesellisi işte…

Zaten bu metrobüs konusu İstanbul’da var olan bir ulaşım aracı değil, mutlaka araştırılması gereken bir olgu, sosyolojik bir düzlem olarak ele alınmalı. Türk insanının medeniyetle imtihanı buralarda yaşanıyor zira. Sosyologlar ve araştırmacılar sahaya çıkıp bu müthiş malzemeyi, insan çeşidini ve davranış bozukluklarını kayda almalı, insanlık adına… Örnek çok tabi ama misal geçen gün yine tıklım tıkış metrobüste giderken, ayakta zor duran bir kadının çantasından çıkardığı koca bir simidi kimseyi umursamadan rahat rahat yediğini görünce, eskiden böyle şeyler ayıplanırdı diye düşünürken buldum kendimi. Değerler o kadar aşınmış ki her şey normal karşılanıyor artık. Eskiden olsa o kadın muhtemelen şimdi simidi çıkarıp burada yersem mis gibi kokar. İnsanların canı çeker. Zaten iş çıkış saati, herkesin karnı acıkmıştır diye düşünürdü. Türk insanı böyleydi eskiden…

Eskiden ev dışında, sokakta bir şey yiyip içmenin ayıp olduğu zamanlarda yetiştik biz. Anamız babamız, Belki arkadaşlarının alacak parası yoktur. Senin elinde görünce canları çeker şimdi der, örneğin elimizde muzla sokağa salmazlardı bizi.

Türk insanı değerler erozyonuna uğrarken; şehirler de talan ediliyor, merkezdeki ev kiraları ulaşılamayacak rakamlara çıkarken, şehrin uzağındaki son yeşillikler talana uğruyor, her yer TOKİ binaları ile doluyordu. Ev kirası vereceğimize, üzerine üç beş kuruş ekleyip bankadan kredi çekelim, hiç olmazsa kendi evimize öderiz düşüncesiyle milyarlarca liralık borç altına giriliyor; yeni, markalı konut projelerinden ev alacağız diye konut kredisi ödemekten canı çıkıyordu insanların…
Geçer akçe artık para kazanmak, şehirde yaşayabilmek için tırnaklarını bir yere geçirmek, ekonomik gelirlerini arttırmak, kısa yoldan köşeyi dönmek, sıkıntı çekmeden tüketebilmekti. İşyerleri adeta vahşi kapitalizmin kalelerine dönmüştü çünkü iş bulmak çok zordu. İktidara yakın tanıdıklarınız varsa büyük kuruluşlarda kolayca iş bulabiliyor, sınavlardan rahatça geçiyor, yüksek maaşlı bir işe yerleşebiliyordunuz. Yoksa üniversite mezunu bile olsanız en fazla bir elektronik markette 12 saat ayakta durarak eski adıyla tezgahtar, yeni adıyla satış danışmanı olabiliyordunuz. Hem de asgari ücretle…

aten iktidar böyle sürdürüyordu devranı. Hem kendisi kazanıyor, hem kendi çevresindekilere iş buluyor, olmadı bir sipariş paslıyor, ihale kazandırıyor, kısacası onların da kazanmasını ve kendisine destek vermeye devam etmesini sağlıyordu.

Bu çürümüş sistemde yer almadıysak belki de Kemalettin Tuğcu okuyarak büyüdüğümüz masum yılların hatırınadır. Kar yağdığında zengin çocukları gibi sevinemeyiz, sokakta kalan evsiz barksızlar gelir aklımıza. Bize hep çalışıp kazanmayı, bizim olmayana el uzatmamayı, çalıp çırpmamayı, hayır duası almayı öğretmişler. Hatta dini bütün bazı büyüklerimiz biraz ileri gidip, sana tokat atana öbür yanağını çevir diye fısıldamış kulağımıza, günaha girme… Zaten doğar doğmaz kundağa sarılmışız biz. Elimiz kolumuz bağlanmış. İsyan etmemeyi, kadere razı olmayı daha o zamandan öğrenmişiz…

50 yıl önce İstanbul’a geldiğinde, devletin arazisine gecekondu yapacağıma kirada otururum diyen babamızla, hazine arazisine gecekondu yapsaydın, bugün 5 katlı apartmanımız olurdu diye dalga geçmişiz ama içimizden hep gurur duymuşuz. Babamızı evde kandilde mevlit dinlerken de, çilingir sofrasında rakı içip Müzeyyen Senar’la kimseye etmem şikayet ağlarım ben halime diye şarkı söylerken de görmüşüz. Gizlice ağlayan biz olmuşuz.

İşte tüm bunlardan sebep adam olmayız biz, olamayız. Adam olmak zenginleşmek, mal mülk sahibi olmak, kariyer yapmaksa biz zaten istememişiz hiç. Herkes cayır cayır rezidanslara, açık mutfaklı 1 artı 1 gıcır gıcır dairelere taşınırken, eski püskü ama yaşanmışlığı olan binaları tercih etmişiz. 2-3 odalı evlerden aşağısına sığamamışız çünkü eski eşyaların da bir ruhu olduğuna inanmışız ve atmaya kıyamamışız. Moda değişince evdeki mobilyalarını değiştiren bakış açısına sahip olamamışız. Rahmetli Saniye Abla’nın çatlamış da olsa tabağı mutfağımızda, Melek Teyze’nin ördüğü yelek dolabımızda kalmış.

Belki de muhafazakarız biz ama daha çok muhafaza etmeyi seviyoruz. Onun için parktaki ağaçlar kesilmeye başlayınca ayağa kalkıyoruz, Caretta Caretta kaplumbağalarının ürediği plaja otel yapmalarına izin vermiyoruz, derelerin özgürce akması için HES’lere karşı çıkıyoruz.

Dedim ya, adam olmayız biz…