PATRICK COCKBURN Boris Johnson’ın yeni başbakan olarak yükselişi bir yumuşak darbenin mi ürünü? Donald Trump’ın farklı etnik kökenlerden dört kadın kongre üyesine yönelik ırkçı söylemleri onun Mussolini ve Hitler gibi bir faşist olduğunu kanıtlar mı? Bu iki sorunun beraber yanıtlanması gerekiyor çünkü Britanya’daki siyasi gelişmeler ABD’den etkilenmeye çok eğilimli, tersi de nispeten daha az da […]

Boris Johnson neden Trump’tan daha tehlikeli?

PATRICK COCKBURN

Boris Johnson’ın yeni başbakan olarak yükselişi bir yumuşak darbenin mi ürünü? Donald Trump’ın farklı etnik kökenlerden dört kadın kongre üyesine yönelik ırkçı söylemleri onun Mussolini ve Hitler gibi bir faşist olduğunu kanıtlar mı? Bu iki sorunun beraber yanıtlanması gerekiyor çünkü Britanya’daki siyasi gelişmeler ABD’den etkilenmeye çok eğilimli, tersi de nispeten daha az da olsa karşılaşılan bir durum. Thatcher-Reaganlı 1980’ler bu hastalıklı durumunun bir göstergesi ki aynı şey 2016’da Britanyalı seçmenlerin çoğunun Brexit’e oy vermesi ve Amerikalıların (çoğu olmasa da) Trump’ı başkan seçmesiyle yine tekrar etti.

Eskiden yumuşak darbe söylemleri ya da 20lerin 30ların faşist liderlerine benzetme yapan analojiler gibi telaşlı analizleri ciddiye almazdım. Fakat bugün ve geçmiş arasındaki paralellikler ve benzerliklerdeki artış gün geçtikçe daha korkutucu oluyor. Trump ve Johnson’ın siyasette güç kazanmalarının önünde çok fazla engel olduğunu söyleyen gözlemciler çok yanıldı.

Demokratik tercihler Johnson’ın başbakan seçilmesinde çok kısıtlı rol oynadı, tahmin edildiği üzere. Başkalarının da ifade ettiği üzere, yarısından fazlasının 55, yüzde otuz sekizinin de 66 yaşın üzerinde olduğu 160 bin muhafazakâr parti üyesi -ki temsil yetisinden çok uzak bir grup- tarafından seçildi. Johnson, başka bir muhafazakâr parti lideri, Theresa May tarafından kurulan bir azınlık hükümetine liderlik edecek ve Kuzey İrlanda’nın mezhepçi siyasetinin bir sonucu olarak Protestan Parti’nin desteğine göre hareket edebilecek. Johnson’ın destekçileri kendisinin uydurma ve abartılı söylemlerine çok dikkat etmemek gerektiğini söyleyerek iktidarda çok daha ılımlı bir yön çizeceğini iddia ediyor. Ben buna güvenmezdim: Washington’da da birçokları Trump için, Beyaz Saray’a gelince sakinleşir demişti. Analizciler, gücünü yabancıları ve azınlıkları yabancılaştırarak ve rakiplerini hainlikle suçlayarak kazananların, iktidara geldikten sonra kazandıran bir formülü bırakmasının saçma olduğunu fark etmiyorlar.

Tam tersine, Trump beyaz olmayan Amerikalılara ve Amerikan karşıtlarına yönelik saldırılarını ülkeyi terk etmeleri gerektiğini söyleyerek daha da arttırdı. Kuzey Karolina’da bir mitinginde, saldırdığı dört kongre üyesinden biri olan İlhan Omar’ı hedef aldığı söylemlerle kitlesini gaza getiren Trump görüntüsü, etnik düşmanlığı sömürme konusunda herhangi bir sınırı olmadığını gösterdi.

Trump’ın konuşmasından hemen birkaç gün sonra, Johnson, Canning Town’da sahneden, Man Adasında bir balıkçının, Avrupa Birliği sınırlandırmaları yüzünden işinin ne kadar sıkıştığına yönelik bir hikâye anlatarak izleyenlerini gaza getiriyordu. Bu tarz hikayeler, Johnson için yeni değil. Kariyerinin başladığı Daily Telegraph gazetesinin Brüksel bürosunda da bu tarz uydurma, dikkat çekme amaçlı hikayelerle sesini duyurmuştu. Şimdi de, AB’yi Britanya’nın tüm parasını emen bürokratik bir canavar olarak resmettiği hikâyeler yanlışlanmış da olsa, suyu bulandırdığı için zaten önyargılı olan ve şu anki liderlerini seçen muhafazakâr partili okurlarında bir etki bıraktı.

Trump’ın Kuzey Karolina’daki zehirli demagojisi sadık takipçilerini etkilemiş olsa da bir karşı reaksiyon da yarattı. Karşılaştırmak gerekirse, Johnson’ın balıkçı hikayesi alaycı ama anlayışlı bir tonla, şakayla karışık şekilde, Boris’in de böyle kendine münhasır biri olduğu çok ciddiye alınmaması gerektiği söylemleriyle karşılandı.

Johnson’ın tarzının çok daha sinsice olduğu için Trump’dan daha tehlikeli olduğunu düşünmeden edemiyor insan.

İngiltere’deki seçmenler her daim kendisini mizahi bir figür olarak yansıtan politikacılara hayran olmuşlardır. Bu tarzı ortaya çıkaran, Arjantin fıçı birası ve mizahi üslubuyla Nigel Farage olmuştu. Farage ve Johnson, kendi noksanlıklarının acısını çeken, bu dünyanın tuzu biberi gibi görülen, Sheaksperean şişman, neşeli, kaba karikatür politikacı çizgisinin (ç.n.* Binali Yıldırım gibi) uzmanları denebilir. Bu taktiğin tuttuğu örnekler olarak İşçi Partisi’nin sarhoş Başkan vekili George Brown ve ölümünden sonra polisin tuttuğu rapora göre cinsel ve fiziksel olarak en küçüğü sekiz yaşında olan birçok çocuğa zarar veren (kendisine yönelik 144 ayrı şikâyet vardı) Liberal Parti milletvekili Cyril Smith gösterilebilir.

Johnson ve Trump tüm bunları atlatabiliyor çünkü insanlar artık çok geç olana kadar onları ciddiye almıyorlar. Fakat ikisi de 20lerin ve 30ların faşist liderlerinin bastığı siyasi ve duygusal damarlara basıyorlar. Aynı onlar gibi, küreselleşme karşıtı milliyetçi popülist bir hareket örgütlüyorlar, Hitler Yahudileri suçluyordu, bunlar da Brüksel’i. Goebbels de “Bir duvar örmek istiyoruz, koruyucu bir duvar” demişti.

31 Ocak 1933 tarihli New York Times sayısına bakmakta yarar var -Hitler iktidara geldikten sonraki gün- çünkü orada tam da düzgün ama fazla hoşgörülü bir şekilde ortadaki tehlikeyi küçümsemenin örneği var. Yazar, yeni Alman liderinin “eğer kampanyada kullandığı tehlikeli dili aksiyona dönüştürmeye kalkarsa” çoğunluğun muhalefetiyle karşılaşacağını söylüyor.

Makale, Almanların hakkında umutlu konuştuğu “evcil” bir Hitler tarifi çiziyor. Hepsinden de öte, kendisi hakkındaki sert eleştirileri boşa çıkarmak adına “Ne zaman radikal bir demagog, sorumluluk almak için kavga etse mutlaka bir dönüşüme yüzümüzü döneriz” diye de ekliyor. Yazara göre, bu kaprisli demagogun Alman halkını karanlığa hapsedeceğini kesin olarak anlamadan da kendisi hakkında bir yargıya varılmamalı.

Trump’ın retoriği Johnson’ın söylemlerine kıyasla çok daha korkutucu ve saldırgan, fakat Johnson kendisinden çok daha tehlikeli birine dönüşebilir. Bunun sebebi de, bütün çıkışlarına rağmen daha gerçekçi ve tedbirli ve henüz daha kimseyle bir savaşa girişmedi. Onun için “Amerika’yı Tekrar Mükemmel Yapalım” demek kolay çünkü ABD zaten halihazırda dünyanın en güçlü devleti, bu gücü azalmaya başlamış olsa da.

Johnson, başbakan olduğunda çok daha zorlu bir sürecin içine girecek çünkü Britanya çok uzun zamandır Britanya’daki insanların düşündüğünden -özellikle muhafazakar parti üyelerinden- çok daha zayıf. AB içerisindeki 27 ülkeyi karşısına almak onu çok daha fazla zayıflatacak ve elindeki tek alternatif ittifak stratejisi ise politikalarının çok değişken ve ben merkezci olduğu bir dönemde ABD’ye güvenmek. ABD ile bir olup İran’ı karşısına almak, bunu o ülkenin uydusu gibi gözükmeden yapmaya çalışmak, seçtiği yolun ne kadar tehlikeli olduğunun ilk işaretleri.

Trump şüphesiz ABD’yi bölüyor, ama ABD zaten her zaman etnik ayrımcılık ve kölelik mirası sebebiyle bölünmüş bir ülkeydi. 160 yıl önceki iç savaşın yarattığı kutuplar bugün hala ABD’de siyasi taraflaşmanın temelini oluşturuyor.

Britanya’da da Brexit’in yarattığı siyasi kutuplaşma her ne kadar daha çok taze de olsa gün geçtikçe çok daha derine, bilinmezliğe -ve günüm sonunda- ülkeyi karanlığa sürükleyebilecek çok riskli adımlara götürüyor.

counterpunch.org’tan çeviren Yusuf Tuna KOÇ