"Birbirimize nefretle yaklaşan bir topluma dönüştüğümüz için gerçekten çok üzgünüm..."

Bu benim içinde yaşamak istediğim Türkiye değil!

bu-benim-icinde-yasamak-istedigim-turkiye-degil-83216-1.ÖZLEM ÖZDEMİR - info@ozlemozdemir.net - @ozlemozdemir

Fotoğraflar: PINAR ERTE / www.pinarerte.com

Bir ülke düşünün, güneş dahi doğmaz olmuş. Bu üstelik planlanarak yapılmış. Böyle bir şey olabilir mi desek, bugünlerde verilen cevap herhalde farklı olur. Distopyaların romanlardan, kitaplardan çıkıp gerçeğe dönüşebildiğini gördüğümüz bu dönemde, Ayşe Kulin’in diktatörlüğün hüküm sürdüğü bir ülkede geçen yeni kitabı “Tutsak Güneş” raflarda. Hâl böyle olunca; Ayşe Kulin ile yeni kitabındaki hayâli ülke üzerinden gerçek olan Türkiye’yi ve gerçeklerini konuştuk.

>>Hayal gücünün etkin olduğu bu kitabı ne kadar sürede yazdınız ve rahat bir yazım süreci miydi?

Geçen yılbaşını İngiltere’de yaşayan oğlumun evinde geçirdik. 15 sayfayla gitmiştim, ayrılırken 45 sayfa kadar yazmıştım. Ben kolay yazan biriyim. Yazmaya başlayınca oradan size bilgi akıyor gibi. Bir de bu araştırma kitabı değil. Tamamen hayali ve kurgu bir kitap olduğu için kolay yazdım.

>>Okurken bizim eğlendiğimiz yerlerde siz de eğlendiniz mi?

Eğlendim. O robotları konuştururken çok eğlendim mesela, ilginçti.

>>Distopik bir roman. Yaşadıklarımızın etkisini nasıl yer buldu kendine?

Yaşadıklarımızdan ressam da müzisyen de yazar da olsak, biz sanatçılar etkileniriz. Ben bir de ayrıca yaşadığım dönemleri yansıtmam gerektiğine inanan bir insanım. Öyle bir sorumluluğum olduğunu da düşünüyorum. Ama bu bir kurgudur nihayetinde. Beni rahatsız eden, dürten bazı şeyler yok değil. Ama okur kitapta ne bulmak istiyorsa onu bulur. Yazar bunu asla empoze etmemeli! Bu memlekette hayatından çok memnun yaşayan da var, hiç memnun olmadan yaşayan da var, banane diyen de var. Her okur kendi mesajını kendi alacak.

>>Siz yaşadığı hayattan memnun olan tarafta mısınız, değilseniz sizi rahatsız eden şeyler neler?

Hayır, ben yaşadığı hayattan memnun olmayan taraftayım. Ben böyle bir ülkede yaşamak istemezdim doğrusu. Ve yaşayabileceğimi de hiç düşünmemiştim. Ama oldu! Başa gelen çekiliyor. Eğitim, adalet sistemi, hukuk, o kadar çok şey darmaduman edildi ki, bunları görmek istemezdim. Bu benim içinde yaşamak istediğim Türkiye değil. Ama ben böyle düşüyorum. Demokrasi teknesini ite kaka hâlâ götürmeye çalışıyorsak, sandıktan ne çıkarsa o olacak. Eline silahı alan zaten terörist oluyor, bizler medeni insanlarız, öyle bir şeye tenezzül etmeyeceğimize göre, bağrımıza taş basarak yaşıyoruz...

>>Siz de derdinizi yazarak anlatmayı seçiyorsunuz.

Kendi ülkemin üstümde bıraktığı etkiler var ama bu her kitabımda aşağı yukarı böyledir. Bir eşcinseller serisi yazdım çünkü öldürülüyorlar, itilip kakalanıyorlardı. Ve de müthiş bir ikiyüzlülük var; çünkü paralı, ünlü iseler öyle bir şeye maruz kalmıyorlar ama yoksul köylü çocuklarıysa kötü muamele görüyorlardı. Bu yüzden bir şey yazmak gerekiyordu. Bir şey yazma ihtiyacı duydurtuyor size. Mesela "Sevdalinka"yı da çok adaletsiz bir savaşın sonunda yazdım, çok zor bir roman olmasına rağmen.

>>Kitabınız bana Aldous Huxley’in “Cesur Yeni Dünya” kitabını hatırlattı.

Beni de Margeret Atwood’un kitabı çok etkiledi, içine koydum zaten. Olay Kanada’da geçer ve Hristiyan bir toplumu anlatır. Bu tip baskılar her tarafta olabiliyor. Bu sadece benim ülkemin sorunu değil, bütün insanlığın sorunu. Ve insanlığın hem rejimlerle sorunu var ve olacak giderek, hem de doğayla sorunu olacak. Çünkü doğayı korkunç tahrip ediyoruz, onu da burada vurgulamak isterim. Türkiye kendini düzlüğe çıkartır çıkartamaz o ayrı bir mesele, zaten hep sorunlarla yaşamış bir ülkeyiz biz ama doğayı tahribatımız evrensel. Amerika başta olmak üzere bütün ülkelerde bu kadar istismarın neticelerini görüyoruz. Boğaz’ın üstünde hortum oldu, ilk defa! Durmadan seller oluyor ama kimsenin aklına doğayı rahat bırakayım demek gelmiyor. Doğanın bir zinciri vardır, o zinciri kopardığınız zaman her şeyi bekleyebilirsiniz.

>>Kitapta kağıt yerine yazı camlara yazılıyor. Bir yazar olarak, bu gerçek olsa ne hissedeceğinizi düşündünüz mü?

İleride kağıt kullanamaz hale geleceğiz, ağaçları kesmemek için. Nereye yazacak insanlar? Cama yazacaklar diye düşündüm. Bana gelince, artık e-kitap diye bir şey var. Ben okumuyorum, belki seyahatlerde faydalı bir şey o ayrı. Ama ben kitabı tutmak, not etmek istiyorum. Yazarken bile çıktı almadan ne yazdığınızı göremiyorsunuz.

>>“Öyle bir badireden çıkmıştık ki… Açlıktan, kıtlıktan, işsizlikten, kargaşadan, çok uzun süren bir iç savaştan… Kısacası tam bir anarşi ortamından geçtikten sonra, nihayet düzenli, güvenli bir hayata kavuşmanın rahatlığı içindeydik.” Bu sıkıntıları yaşayınca ardından gelen konfor için, baskı ya da yasakları insanların kabul etmesini mi sağlıyor?

Ben onu Türkiye’de yaşadım. 70’li yıllarda genç bir kadındım, her gün sokaklarda on, on beş kişi öldürülebiliyordu. Babam üniversitede ders verirdi, akşam eve telefon ederdim sağ mı diye. Sonra askerler geldi. Askerler geldiği zaman, insanlar kurtulduk duygusuna kapıldılar, meğer ne büyük bir felaket bekliyormuş bizi arkasından! PKK o dönemin sonucudur neticede, o işkencelerin sonucudur. İçini doldurarak yazdım o cümleyi…

>>Bugüne gelinen süreç için de biraz böyle diyebilir miyiz? Güvenlik ya da konfor ihtiyacıyla bazı şeylere göz yumulmasaydı, daha önce tepki verilseydi farklı olabilir miydi?

Gezi bir nevi tepkiydi, ama masum bir tepkiydi. Yani içinde bir ihtilâl dürtüsü yoktu, protesto vardı. “Hayatıma karışma, bana çok baskı yapıyorsun, parkımı bırak” gibi talepler, orantısız güçle karşılık buldu. O masum yürüyüşlerde çocuklar öldü, kör oldular ve tabii örgütlü dahi değildiler. Ama o "çapulcular", "teröristler" bitti, insanlar sindi. Böyle bir şeye cesaret ettiklerinde çok şeyi göze almaları gerektiğini biliyorlar. Henüz oralara gelmiş değiliz, inşallah gelmeyiz. Sandıkla halledebiliyor olmamız lâzım. 100 yıla yakın zamandır demokrasi geleneğimiz var. Seçimler çok mu adil oluyor, hayır. Hatta bu son seçimlerden sonra sandıklar kütle halinde çıktı diye şikâyet ettiler. E, orası çok alışık ki buna, zaten hep öyleydi. Hangi ağa hangi partiyi tutuyorsa o çıkıyordu, köylü gidip oy atmıyordu herhalde? Ve bunu hepimiz biliyorduk! Bile bile lades diyerek bu noktalara geldik ve artık çözüldük. Bence idare edilemez bir hâle geldik.

BU İNAT İYİ BİR YERE GÖTÜRMÜYOR ÜLKEYİ

bu-benim-icinde-yasamak-istedigim-turkiye-degil-83214-1.

>>Endişelendiriyor mu bu durum sizi ve seçimde ne olsun istersiniz?

Endişelendiriyor ama yine de sandıktan bir şey çıkmasını istiyorum. Birbirimize nefretle yaklaşan bir topluma dönüştüğümüz için gerçekten çok üzgünüm. Çünkü bir cenazenin üzüntüsünde bile birleşemiyoruz. Artık ok yaydan çıkmış durumda. Bunu ancak bir partiyle değil koalisyonla çözebiliriz. Zaten bir partiyi nefret söylemleriyle idare eden bir liderimiz var maalesef. Siyaset alanında becerikli bir kişi, keşke nefret söyleminden vazgeçse... O nefret söylemi de, bunlara yol açıyor bence. Hep kızgın, hep kükrüyor... O orada duracak ama koalisyon kurarsak, belki biraz daha ortamı yumuşatabiliriz diye düşünüyorum. Çünkü böyle başarılı koalisyonlardan da geçtik. O hatırlamayabilir ama ben yaşımdan dolayı hatırlıyorum. Son koalisyon kötü bir koalisyon değildi. Birbirinin can düşmanı gibi davranan Demokrat Parti ile CHP’nin koalisyonu vardı (partinin adı değişmişti 27 Mayıs İhtilâli’nden sonra ama DP uzantılıydı), onlar da başarılı bir süreç geçirdiler, Türkiye’yi normalleştirmişlerdi. Ben umudumu katiyen kaybetmek istemiyorum, sekiz tane torunum var, onlara bir kaos kalsın istemem. Ama bence HDP’nin de CHP’nin de AKP’nin de ve hatta keşke bu inadından vazgeçse de MHP’nin de içinde olabileceği bir yapı olsa. Çünkü bir konsensusa ihtiyacımız var. Bu yalnızlık, bu inat iyi bir yere götürmüyor ülkeyi.

>>Çocukluğumda böyle kutuplaşmış bir ülke hatırlamıyorum ben...

Biz de bilmezdik. Böyle şeyler katiyen yoktu. Hatta benim büyüdüğüm yıllarda Rumlar parlamentodalardı. Ben isterim ki; gene parlemontada Rum, Ermeni olsun, Kürt zaten hep vardı, kimliğini öne çıkarmıyordu belki ama siyaset kapısı onlara kapanmadı. Burada yaşayan herkes bu vatanın evlatları, yok sayamayız ki! Milli milli deniyor, benim için milli Meclis bütün bu unsurları içinde toplayan Meclistir. Yoksa sadece Sünni ya da AKP'nin, solcu olmaya çalışan ve bir türlü olamayan CHP’nin ya da bir Kürt partisinin Meclis'i olmamalı, herkesin Meclis'i olmalı. Bu geçiş dönemini ancak böyle bir konsensüsle sağlayabiliriz. Ama nerede? Bu bir ütopya gibi önümde duruyor… Her ne yapacaksak yapalım, ama doğru düzgün bir eğitim koyalım. Herhalde kendisi de görüyordur, o kindar gençlikten, kinden kimseye hayır gelmiyor. Aşırı dinden de kimseye hayır gelmemiştir, Hristiyan’a da gelmemiştir. Bu söylemde olan insanlar bir gün öğrenecekler, bu yanlışı görecekler…

>>Kitapta kantonlar, sınırlar var. Bizim böyle sınırlarımız yok belki ama görünmez sınırlar açısından yabancı bulmuyor insan.

Onları kitaba nefes aldırmak için yazdım. Merkez çok baskıcı, insanlar oradan çıkıp başka yerlere gidiyor, bilgiye erişebiliyor, içkilerini içebiliyorlar. Romanı akıtabilmek için yaptığım kurgular. Yoksa roman Türkiye’de geçmiyor.

>>Kitabın ana karakteri bir kadın, Yuna. Onun hikâyesini bir kadının uyanışı olarak tarif edebilir miyiz?

Orada masallara bir gönderme var sanki. Hayatına bir erkek girer ve öpücükle uyanan masal prensesleri vardır ya. Ama Yuna tabii devletin kendine sağladığı imkânlardan iyice gevşemiş, işini çok iyi yapıyor ama gerisi onu pek ilgilendirmiyor.

>>Gerçek hayattaki pek çok insan gibi…

Pek çok insan gibi, evet… Avantajlarını kullanıyor, kendi evi biraz daha büyük, güzel. Herhalde maaşı çok iyi, renkleri ona bir saygınlık sağlıyor, o hayatından memnundu. Ama gözlerinin önünde bir adam kayboldu ve o adamın nereye gittiğinin cevabını alamadı. O bence vicdanında kıpırtı yarattı. Yoksa içkisini içmiş içmemiş onlarla alâkası olan bir kadın değildi. Oradan yürüdük bir uyanışa doğru. Bir de ilginç ve çılgın bir annesi var, romanın belkemiğini oluşturuyor. Yuna onun kıymetini pek çok evlat gibi, sonradan anladı.

DİKTATÖRLÜKLERDE ÖNCE KADIN EZİLİYOR

bu-benim-icinde-yasamak-istedigim-turkiye-degil-83215-1.

>>Ramanis Cumhuriyeti’ndeki kadınların yerini anlatırken gerçek yaşamda kadının yerine dair pek çok göndermeniz var. Yaşadıklarımıza da çok benziyor.

Diktatörlükleri genellikle erkek egemen toplumlar yapıyorlar ve önce kadını eziyorlar. Çünkü bence bilinçaltında aşağılık duygusu yatıyor. Belki kadınların doğurganlıklarından dolayı, belki kadınlara karşı güçsüz gözükebilme korkularından dolayı… Ama erkeklerin kadınlarla bir alıp veremedikleri var, kadınların erkeklerle olduğundan çok. Kadınlar çok daha duruma hâkim hatta seks hayatında bile, kadın duruma kendini uydurabilir ama erkek çaresiz kalır. O açığı kapatabilmek adına, içgüdüsel bir sıkıntıları var kadın denen cinsle... Bütün batı ülkelerinde de kadınlar haklarını almak için mücadele verdiler, hiçbir zaman eşit kabul edilmediler, doğu ülkelerinde de öyle. Hindistan’da yakın tarihe kadar kadınları kocaları öldüğünde onunla gömüyorlardı. Kadınların çektiği eziyet az buz değil. Bütün Semavi dinler kadınları hep aşağılar, her zaman erkek öndedir, onun dediği olur. Bunu en ileri noktaya taşıyan, kitabı yanlış anladığı için, İslam olmuş. Ve doğru yoruma da hiçbir zaman açamayacaklar bu durumu çünkü güç ellerinden kayar diye korkuyorlar. Çünkü kadınlar da bir taraftan çok zekiler. Dünyanın her yerinde bu anlayış var. İsviçre’de de dahi yakın zaman kadar kadının kendi serveti olsa dahi idaresi kocasına verilirdi. Gördüğünüz gibi mecburen feministim.

>>Aksi hâlde bu durumu kabul etmemiz lazım. Bu durumun değişmesi için sizce ne yapılması lazım?

Meclis'in yarısının kadınlardan oluşması gerektiğine inanıyorum. Toplumsal hayatta da kadınlar yavaş yavaş dışarı atılıyor. Ne yapmak lazım? O kadar çaresizce elleri bağlanıyor ki kadınların… Mesela 6 aylık doğum izni veriliyor, onu hangi patron işe almak ister? Erkeklerin her zaman onların maaşları daha fazladır, terfileri onlar alır…

>>Annelik, eş olma gibi kutsallık etiketleri de cabası. 2015 Türkiye’sine gelirsek, kadına şiddet artışı, tecavüzlerin cezalandırılmaması gibi durumlara bakınca kadın olarak neler hissediyorsunuz?

Benim duygularım çok karışık çünkü 70’li yılların sonuna kadar Türk kadınının mesleklere katılımları %60’tı. Bu dünyadaki en büyük yüzdeydi. Mesela Türkiye’deki eczacıların %40’ı kadın, doktorların %35-40’ı kadın, üniversitede çalışanların temizlik işçisinden profesörüne kadar %60’ı kadındı. Ne kadar büyük bir oran, böyle bir oran dünyada yoktu. Bu Cumhuriyet zaferi gibi bir şeydir. Kadınların da gidebileceği okullar 1869 yılında kurulmuş. Ama sadece orta sınıf üstü ailelerin çocukları gidebiliyormuş. Okulların genelleşmesi, fırsat eşitliği ise Cumhuriyet döneminde gerçekleşti. Ve o dönemden yararlanan ilk Cumhuriyet kadınlarının sıçrayışı inanılmaz, mucize gibi. Mühendis kadın, sanatçı kadın, uçak uçuran kadın var, aklınıza gelebilecek her şeyi yaptılar. Bunu yaşamış bir toplumda ve bunu yaşayan kuşaklarla büyümüş olan ben, bugünkü durumu düşünmek dahi istemiyorum. Çünkü çok ağır geliyor bunu hazmetmek. Kadınlar kendi haklarından vazgeçiyorlar. Dindar olsunlar, örtünsünler, onlara ne diyebiliriz ama haklarından vazgeçmesinler lütfen! Çünkü onlara Allah tarafından verilmiş hakları bunlar. Eğitim eşitliği, istiyorsa çalışmak, kabiliyetinin olduğu yerde onu geliştirmek… Tekrar buraya geri dönüyor olmak ve bunu seyrediyor olmak beni hakikaten üzüyor. Ama bunun geçici olduğuna da inanıyorum çünkü insanlar kötü şeye doğru meyletmez. Mecburen sonunda iyiye döneceğimize inanıyorum, hep öyle oldu.

>>Üzücü olan, bunlara sahipken bunlardan vazgeçmek…

Aynen. Kurtuluş Savaşı sonrası üstünde duman tutan çıplak, sadece cehaletin ve hastalığın fışkırdığı bir topraktan bugünlere geldikse, biz bugünleri de aşarız. O kadar kötü durumda değiliz. Alt tarafı bir anlayışla mücadele ediyoruz.

>>Kitaptaki ayaklanmada, farklı derdi olan her kesimi yani halkın hepsi nihayet bir araya geliyor. Bu o aşma umudunuzun hayali gibi?

İnsanları kendi dertleri ilgilendiriyor. Doğayı tahrip etmeyin demek başka birine çok yabancı kalabilir. Farklı kesimler değişik yerlerde toplandılar kitabımda. Parça parça herkesin bir söylemi var. Bizde insanlar güncel doğruları dahi bilmiyor. Ya tembel ya da medya devamlı yalan söylüyor. O da çok kötü. Doğru gerçeğe ulaşamamak, kitapta da var. Yuna ayaklanmayı takip ediyor ama haberleri açıyor her şey günlük güneşlik...

>>Biz bunu yaşadık, yaşıyoruz…

Evet, yaşıyoruz, Gezi’de de gördük. Gezi beni çok etkiledi, orada çok kırgınlık hissettim. Bir de cenaze var kitapta. Orada Türkan Saylan’a bir gönderme var. Çünkü cenazesi beni çok etkilemişti. Adım atamamıştık, tabut elden ele uçtu. Böyle bir sevgi seli, Doğu’dan gelmiş cüzzamlılar, o kalabalık mezarlığa kadar sürdü... Bu kitapta O’na bir kere daha selam vermek istedim. Çünkü benim hayatta en hayran olduğum, minnet duyduğum insandır. Onu heykelini her tarafa dikmeliydik. Bir tane evinin ilerideki küçük bir meydana dikebildik. O Türkiye’de cüzzamı durdurdu, onları hayata kattı, onlar için okullar açtı… Ve bu insandan bir terörist yarattılar! Bunu nasıl utanmadan yapabildiler? Sonra çok kişiye yaptılar, bu yalanlardan, kumpaslardan nasibini alan çok oldu. Ama ona kanserinin son evresinde yapılanlar, ömrünü bu millet için harcamış, böyle vatansever bir insana yakıştırdıkları laflar.. İnsan söyleyecek laf bulamıyor!

>>Kız çocuklarını askerlere peşkeş çektiğine kadar korkunç yalanlar söylendi. Ve geçtiğimiz günlerde bunların hepsinin yalan olduğu nihayet anlaşıldı, ne söylemek istersiniz?

O lafları dinlerken çok öfkelendim. Başına gelenler zaten onun için geldi. Kızları başka türlü eğitmek isteyen başka türlü bir cemaatin karşısında, en büyük güç olarak kaldığı için onu yerden yere burup perişan etmek istediler. Onu saygıyla analım, çünkü çok hak ediyor!

>>Biraz nefes mi alacaksınız, yeni bir şeye başladınız mı?

Aslında bir şeye başladım ama roman değil, biraz eski kitaplarım gibi. Çünkü araştırarak yazmaktan uzak kalmıştım, özledim. Biraz tarihi içine alan bir şey yazmak istiyorum. İlgilendiğim tarihi dönemler var, bu vesileyle bugünle karıştırarak anlatmak istiyorum. Daha fazlasını söyleyememem şimdilik...

***

Bu içinde aşk da olan, ana kız, ana oğul, arkadaş ilişkileri de olan bir romandır. Tek özelliği; zamanı da geçtiği yeri de belli değil. Baskı altında, bir diktatörya altında yaşayan insanların hayatlarından bir kesit sundum. Her roman hayatı anlatır, bu da hayatı anlatan bir roman.