Esme Aras, ilk romanı “Kâbil, Ötesi Boşluk”ta toplumsal ve siyasal gelişmelerin odağında, romanın ağırlık merkezini oluşturan Afganistan çıkmazında kayıplar ve yas süreci üzerinden geçmişiyle hesaplaşan bir gencin yaşamına odaklanıyor.

Bu dünyanın göçmeniyiz
Esme Aras

Kadir İNCESU

Esme Aras Telgrafhane Yayınları’ndan çıkan ilk romanında yakın geçmişte Afganistan’da yaşanan siyasi ve toplumsal gelişmelerin getirdiği belirsizliğe, acı ve korkuya değinerek içten bir tanıklık öyküsü anlatıyor. Aras, yalın ve eleştirel üslubuyla, sıradan bir askerin iç dünyası etrafında ördüğü aşkı, özlemi ve mücadeleyi bir günlüğün satırlarında duyumsatıyor.

Romanın odak noktalarından, belirsizliklerin hayatın temeli olduğu Kâbil’de yaşamak için verilen bireysel ve toplumsal mücadele dikkat çekiyor. Romanın kahramanı Mert nasıl bir ortamda ayakta kalma mücadelesi veriyor?

Mert, eşini kaybettikten sonra mesleği gereği Afganistan’a gidiyor. Burada hem kendinden, yaşadıklarından bir kaçış hem de kaçamayış var. Kişinin duygu ve düşünce dünyasını geride bırakabilmesi ne kadar mümkün? İçindeki katrandan kolay kurtulamayacağının o da farkında. Üstelik Afganistan bunun için doğru adres değil. Geçmişte bağımsızlığını elde etmiş ama savaşlar ve iç çatışmalar yüzünden birlik ve bütünlüğün sağlanamadığı, güvenliğin kalmadığı, halkı mutsuz ve yoksul, çoğunun sığınmacı olmayı göze alarak kaçıp kurtulmak istediği bir ülke. Kendi içinde karanlık bir çukur.

KABİL, ÖTESİ BOŞLUK
Esme Aras
Telgrafhane Yayınları, 2024

“Kâbil, Ötesi Boşluk”, kahramanınız Mert açısından bakıldığında, bir gencin iç hesaplaşmaları olarak da değerlendirebilir. ‘Ötesi’ kadar ‘berisi’ de önemli… Pek de dikkat çekmeyen düşünsel ve toplumsal bir çatışma da var Mert’in ailesi ile İpek arasında. Güncelliğini yitirmeyen…

Dikkatli okumanız için çok teşekkür ederim. Geçmişiyle bir derdi, toplumla ve sistemle çatışması, içten içe didişmesi var Mert’in. Etnik köken itibarıyla aile meclisinin onaylamadığı bir evlilik yapmış olması, dışlanma ve yalnızlaşmayı getirmiş. Ayrımcılık toplumların kültürel özelliklerine, değer yargılarına göre değişiklik gösterse de ona her yerde rastlamak mümkün. Ekonomik ve sınıfsal adaletsizlikler yetmezmiş gibi şimdi de soy, din ve mezhep temelinde ayrıştırılmış başka bir coğrafyadaki çatışmaları ürküyle takip ederken, sonucun nerelere varabileceğinin gayet farkında. Bu yüzden orada geçirdiği her gün, derdinin yükünü artırıyor.

İpek’in kaybı sonrası, “… bu dünyada bedelsiz bir yürek çarpıntısı yoktu” diyen Mert, içinde bulunduğu ruh hali ile Kâbil’de yaşayan halkın ruh halini de vurguluyor denilebilir mi?

Pekâlâ denebilir. İnsanlığın bu dünyada yapıp ettiklerine eleştirel bakışla yaklaşan Mert, uzak bir ülkede içini karartan ve kanatan gerçeklere, coğrafya değişse bile insanlık hâllerindeki değişmezliğe tanık oluyor. Değişmenin de değişime direnmenin de bir bedeli, sonuçları var. Görüyoruz ki dışarıdan yapılan girdiler, insanların yaşama ilişkin düşüncelerini kolay etkilemiyor ve o topraklarda ne yapsan bir şey değişmiyor, film makarası her seferinde başa sarıyor. Demek ki bu itkinin içten gelmesi, en başta kişinin, toplumların bunu istemesi gerek.

Mekânın anlatıya etkisini yadsımak mümkün değil. Kâbil’in yerine başka bir şehir olsaydı… Mekânın nasıl bir etki yaratmasını istediniz, beklediniz?

Her kayıp kendi acısını yaratır ama Mert’in kaybı büyük, derin bir yalnızlık. O duyguyla baş etmeye, hayatını bayındır kılmaya çabalarken, içinde açılan boşluğa düşüyor her defasında. Hindikuş Dağları’nın çevrelediği bir çanakta yer alan ve benzer boşluk duygusunu çağrıştıran bir toplumun içine düştüğünde yaşadığı karamsarlık, mekânla atmosferi örtüştürüyor. Mert ve Kâbil, her ikisi de kaybederek yoluna devam ediyor.

İpek’in “Bu dünyada aslolan insanın kendisidir,” sözü hayatın çok değerli, ancak pek de önem verilmeyen bir gerçeği. Kişinin bu gerçeği anlayabilmesi çoğu zaman mümkün olmuyor. Hayatın gerçeği ile kişinin gerçeğinin örtüşmemesini romanınız özelinde nasıl yorumluyorsunuz?

İnsanın aklından ve içinden geçenlerle başından geçenler hayatta her zaman bir olmaz. Beklenti, hayaller ve olanın tutmazlığı kişiyi yılgınlığa düşürebilir ama yaşamak için elimizde sadece bu dünya var. İnsanın bu gerçeği anlayabilmesi nedense hep savaş ve hastalıkta, ölümde hatta kriz durumunda mümkün, bu cümle ancak o zaman önem kazanıyor. Karakterlerim de bunu acıyla deneyimleyenlerden. 

Mert’in Kâbil’deki yaşamının rutinliği, okurda yarattığı gerilime yansımıyor. Yazarın anlatımdaki, kurgudaki başarısı öne çıkıyor. Bir yazarın görmediği coğrafyaları yazması riskli olabilir. Kurgu ile gerçek arasındaki ince çizgide yaşadığınız gelgitler oldu mu?

Birilerinin hiç görmediğim bir coğrafyadan bahsetmesi her zaman ilgimi çeker. Aktarılan o izlenimlerde insana dair bir yol göstericilik olabileceğine inanırım. Bakış açılarından doğan farklar, insana ve başka yaşamlara ayna tutabilir. Yazmak da öyle. Nihayetinde kurgusal bir metinden söz ediyoruz. Yaşamdan, tarihten, coğrafyadan, kültürel değerlerden yola çıktım ama gerçeğe zihnimle müdahale ettim. “Yaşananlar gerçek mi?” sorusundan çok “Kurgu sahici mi?” sorusuna odaklanarak yazdım. Bu noktada Necati Tosuner’in, Kâbil için söylediği belgesel roman tanımlamasını benimsediğimi eklemeliyim.

Bazı sözcüklere belli yazarlardan aşinayızdır. Örneğin “üzünç” sözcüğü bana Necati Tosuner’i hatırlattı. Son bölümde rastladım.

Romanın epigrafı, edebiyatımızdaki 60’ıncı yılını kutlayan Tosuner’e ait. Onun edebi dili, yaşamımda pek çok ânıma eşlik etti, ediyor. Annemi de onun cümleleri ile uğurlamıştım bu dünyadan. Düşsel dünyalarımıza katkı sunan söz dağarcığına bir selam çakmalıydım elbette.

Her şeyin, hatta yaşamın bile anlamsızlığına dikkat çektiğinizi düşündürdünüz bana, romanı bitirdiğimde…

Gerçekte de öyle değil mi, hepimiz gelip geçici, bu dünyanın göçmeniyiz. Bunu çabuk unutuyoruz galiba. Bana düşünme fırsatı sunan, yeni kapılar aralayan derinlikli sorularınız için içten teşekkürlerimi sunarım.