Elbette ki, “bu neden benim başıma geldi” sorusunu sormak; hastalığın ortadan kalkması ve yinelememesi için önlemler alabilmek, kontrol edebileceğimiz alanlarda değişiklikler yapabilmek için gerekli.

Bu hastalığı sen çağırdın!

Arzu Erkan - Uzm. Dr., Psikiyatrist. 

Her şey! Acımız, yasımız, anılarımız; birer tüketim nesnesine dönüşüyor. Sevilen bir kişi öldüğünde –ya da medyaya yansıyan ilgi çekici bir ölümde– medya ve sosyal medyada, kişisel mesajları; mektupları, günlükleri, özel fotoğrafları, kartopu etkisi yaratarak, basmakalıp bir şekilde paylaşılıyor. İçlerinden en dramatik olanlar seçilerek, ille de o “acıklı” fon müziğine bezenerek.  

Hem bu paylaşma biçimi hem de aslında paylaşılan içeriklerin kendisi, kültürümüzü; davranış kalıplarımızı (paylaşma geleneği), bakış açılarımızı, temel inançlarımızı, tutumlarımızı şekillendiriyor; sorgulamaksızın kabul ettiğimiz “doğrular” olarak ortak hafızaya yerleşiyor ve aslında mitler de böyle üretiliyor.  

Öyle ki, bu paylaşım biçimini, içerikleri eleştirmeye kalktığınız anda insanların değerlerine, kimliğine yönelik bir saldırıda bulunmuşsunuz gibi reflekslerle karşılaşabiliyorsunuz. (Eğlence mekânında öldürdükleri müzisyenin ablası, yeğeninin; Bartın’daki maden faciasında geride kalan ailelerse çocuklarının fotoğraflarının paylaşılmamasını rica ettiğinde –ve biz bu konuda topluma bilgi vermeye çalışan bir avuç ruh sağlığı uzmanı, hukukçu, basın mensubu ve hak savunucusu bunu yaptığımızda– ne nankörlükleri kalıyor, ne müstehaklıkları, ne vurdumduymazlıkları... Acı ve matem içindeyken ailelerinin mahremiyet haklarını korumak için de mücadeleye zorlanan madenci yakınlarına sırf; “Lütfen görüntülerimizi paylaşmayın” dedikleri için, “Ne haliniz varsa görün, biz size dikkat çekmek için paylaşıyoruz, ölmeye alışmışsınız siz” yazanları gördü bu gözler. Nasıl bir yaptığını, kendini haklı görme ve –sözde– hakkını savunduğu kişiyi yerin dibine batırma halidir bu! Eksik kalsın sizin yalandan vicdanınız, hak savunuculuğunuz, dedirten.) Bırakın itiraz etmeyi, siz de aynı şekilde paylaşma refleksi göstermiyorsanız yadırganıyor, duyarsızlıkla suçlanıyorsunuz. 

Bu kartopu etkisinin bir başka biçimi de hastalık ya da ölümlerle ilgili dikkat çekici anekdotların paylaşılagelmesiyle ortaya çıkan bir “gerçeklik illüzyonu”. Örneğin bir kişinin ölüm sebebinin kullandığı falanca ilaç olduğunun söylendiği bir video, binlerce kez paylaşıldıktan sonra o ilaç sabıkalı hale gelebiliyor. Kişinin ölüm sebebiyle uzaktan yakından ilgisi olmasa bile, artık halkın o ilaçla ilgili bakış açısını değiştirmek için çıkar kuyudaki taşı çıkarabilirsen. Pandemiyle birlikte ayyuka çıkan sahte bilim de en çok böyle yayılıyor. Bundan en çok nasibini alan diğer disiplinlerse; ruh sağlığı ve kişisel gelişim.  

Bireylerin ve sağlık hizmeti sunanların medya / yeni medyayı (Sosyal medya, podcastler, YouTube vb) yoğun biçimde kullanmasıyla çığ gibi büyüyen bir bilgi bombardımanı altındayız. “Dünya Sağlık Örgütü sadece Covid-19 pandemisi ile değil, “infodemi” ile de karşı karşıyayız, diyor. İnfodemi, –bilginin içeriği doğru olsun olmasın– olağanüstü yoğunlukta “enformasyon salgını” demek. Aynı infodeminin sağlıklı yaşam konusunda da olduğunu söylemek mümkün. Sağlıklı yaşam da satılan ürünler arasında yerini almış durumda. Mutlu, başarılı, aşmış, “sapasağlam” olmamız gerektiğine, sonu gelmeyen ihtiyaçlarımız olduğuna inandırılıyoruz.”1 Paylaşımların, kampanyalar; indirimler, reklamlar ve modanın da yön verdiği çılgın tüketim davranışlarının, bir bakmışsınız esiri olmuşuz. 

“Bireylerin bilgi ve izlenimlerle, sağlıkları hakkında karar verme ve uygulama süreçlerine etkin ve bilinçli katılabilmesini önemli ve gerekli buluyorum. Ancak sınırsız ve denetimsiz bir dijital çağda, temel sağlık-medya okuryazarlığı olmaksızın yanlış yönlendirilme ve zarar görme riskimiz yüksek. Bireyin bilinçlenmesi, sorumluluk almasını destekleyen sistem, bir yandan da yaptıkları ya da yap(a)madıkları ile bireyi sorunların merkezine yerleştirivermekte. Telkin edilen sağlıklı yaşam tavsiyeleri dönüp dolaşıp ya bir ürün ya bir hizmet ya da eğitim satın almak, ciddi bir mesai harcamakla ilişkileniyor.”1 

Evrene pozitif mesaj gönder, iste olsun, bu hastalığı sen çağırdın, her şey senin elinde ve kontrolünde, moralini yüksek tut, duygularını kontrol et, pozitif düşün, kötü enerjileri kov, ... Sen, sen, sen... Ben, ben, ben… (Ya bizim dışımızdaki etmenler? Onlar da kader planı, fıtrat!!) 

Elbette ki belli ölçüde bu telkinlerin geçerli olduğu yerler vardır. Hangi bağlam içinde nasıl kullanıldığı önemli ve belirleyici. Kişinin ruhsal bütünlüğüne benliğine, işlevselliğine olumlu da olumsuz da etki edebilir. Örneğin bizler duygularımızı kontrol edemeyiz. O nedenle üzücü bulduğumuz bir şeye üzülmememiz, moral bozucu bulduğumuz bir şey karşısında moralimizi yüksek tutmamız, duyarlı olduğumuz bir konuda sırf öyle niyet ettik diye duyarsız hale gelmemiz, aklımıza bazı düşüncelerin gelmesini engellememiz, sadece olumlu şeyleri düşünmeyi başarmamız, her şeyi kontrol etmemiz mümkün değildir. İnsan zihninin çalışma prensibine, duyguların nörofizyolojik işleyişine aykırı bunlar. Duygularımız, iç ve dış uyarılar, inanç sistemlerimiz, düşüncelerimiz, davranışlarımız, algılarımız, yorumlarımız ve deneyimlerimizle şekillenirler ve aslında bu saydıklarımın hepsini de şekillendirirler. Bizler içsel ve dışsal uyarılara göre kendimizi akort etmeyi, yorum, düşünüş, inanış ve davranış biçimlerimizi değiştirmeyi öğrendiğimizde buna uygun biçimde duygularımız, bununla beraber de düşünce biçimlerimiz değişir.2 Örneğin, kedi fobisi olan biri için korku duygusu, panik tepkisine; kontrol-dışı bedensel belirtilere ve dehşetli bir kaçınmaya neden olurken, kişi evden çıkamaz hale gelebilir. Bilişsel Davranışçı Terapide uygulanan tekniklerle, kedinin “korkulu bir uyaran” olarak kodlanması ortadan kalktığına, çeşitli alıştırmalarla ve bilişsel değişikliklerle kişi yeniden hayata karışabilir, hatta isterse bir kedi ile yaşamaya başlayabilir. Korku duygusu değişmiş, yerini nötr bir duyguya ya da kedi sevgisine bırakmıştır. Artık kediler tehlikeli değildir (Düşüncesi değişmiştir.) Sokağa çıkabilmeye başlar (İnancı değişmiştir). Kedilerden kaçmaz (Tutumları değişmiştir.) Kedi görünce bedeni artık panik tepkisi vermez (İçsel uyaranları ve kişinin bunlara tepkisi değişmiştir). Bunlar ne kadar çok tekrarlarsa o kadar pekişir ve benimsenir (Deneyim ve alışkanlıkları değişmiştir). Kişinin –bir nedenle değişene değin– yeni gerçekliği artık budur (İnanç sistemleri değişmiştir). İşte bunlar genelde geceden sabaha olmaz. Uygun koşullar, yeterli zaman, bilgi, çaba, emek, destek; kimi zaman da bunlarla beraber profesyonel yardım almayı gerektirir. Kaldı ki yaşamın genelindeki pek çok mesele kedi fobisinin oluşumu ve çözümünden çok çok daha karmaşıktır.  

Öyle; “moralini yüksek tut” demekle olmuyor, işte! Kaldı ki üzüntü yararlı da bir duygudur. Tıpkı öfke gibi, diğer duygular gibi. Duygularımız pusulamızdır. Onları yok edemeyiz, onlarsız da olamayız. Ama onlara kulak verebiliriz. Mirkelam bir şarkısında*** şöyle diyor: “Geçip giden zamanları, bir yerlerde bulsam. Sonra üzülsem. Üzüldüğüme üzülsem. Gözyaşıma dalıp dalıp, seni hatırlarım.” Üzüldüğümüze üzülmemeyi öğrenerek, üzüntünün bize ne söylediğine bakarak, şefkatle yolumuzu çizebiliriz.  

Bu yazıya ilham olan nevi şahsına münhasır, sevgili Billur Kalkavan aramızdan ayrıldı. Yaşamı kendi doğrularınca, dolu dolu yaşamayı; arzularına, değerlerine sahip çıkmayı; erkil normlara aldırmamayı, tabulara meydan okumayı, pek çok yerde dile getirdiği üzere anlamlı bir hayat sürmeyi başarmış; pek çok kişiye, kadına çeşitli bakımlardan ilham olmuş biri(ydi). Saygıyla anıyorum. 

Kanser nedeniyle tedavi görmekteydi. Kemoterapi aldığı dönemde kendisiyle yapılan bir söyleşiden* alınan, o bildik acıklı fon müziğiyle editlenmiş kesit,** zihinlerde karşılığını epeyce bulmuş olmalı ki ölümünün ardından çokça paylaşıldı (Sadece bu nedenle değil, yazının girişinde sözünü ettiğim, kartopu etkisinin de bunda payı olduğu zannediyorum). 

Editte özetle şöyle diyordu: “İçime gömdüğüm çok şey çıktı. Çok öfkeler çıktı. Hep vermeye çalışmışım bir şeyleri. Alma-verme dengesini kaybetmişim. Bu bir kibir ve ayıp. Ben bu kibri bilmediğim için kuvvetliyim sanmışım. Ormanlara, kadınlara, hayvanlara yapılanlara çok üzülmüş, içselleştirmişim. Çare olamayacağın şeye üzülmeyeceksin.” 

Halbuki Kalkavan söyleşide, hastalığı karşılayışının, anlamlandırmasının; göğüsleyişinin pek çok başka boyutuna da değinmiş, meseleyi salt kendine / yukarıdaki sözlere indirgememiştir. (Acıklı müziklik bir durum yoktur). Oldukça yapıcı ve destekleyici, direngen ve ümitvar bir tavır içindedir (Öyle bile olsa, tedavi süreci boyunca ve eğer atlatsaydı sonrasında onun için neler değişecekti, yeni inanç ve değerleri neler olacaktı, yaşam hikâyesini bu kez nasıl yazacaktı bilemiyoruz). Bu editte bir araya gelen cümleler, bağlamından kopuk halde paylaşılınca bende, pek çok kişide yarattığı olumsuz etkiye yakından tanıklık ettiğim bir olguya işaret etme ihtiyacı uyandırdı: “Kendini suçlama”, “hastayı suçlama” tavrı; bir çeşit gaslighting. 

Bunu son zamanlarda sıkça görmeye başladık. Bireyin kendi hayatının, sağlığının sorumluluğunu alması gerektiğine inanmak (ki katılıyorum) başka, “Kendini çok yoruyorsun ondan, çok duygusalsın, çok takıyorsun, çok kontrolcüsün, tümgüçlüsün, ... ondan”, oklarının hedefi haline gelmek, getirilmek başka. Hastalıkların, genetik, biyolojik, çevresel, sosyal, ekonomik, politik, psikolojik, pek çok kök nedeni var. Birkaçı güçlü bir etki yaratacak biçimde bir araya geldiğinde vücut da baş edemediğinde, hastalık/ölüm tablosuyla karşılaşıyoruz.  

İşte bazen ne yaparsak yapalım, hayat bildiği gibi geliyor; “öyle” oluyor. 

Elbette ki, “bu neden benim başıma geldi” sorusunu sormak; hastalığın ortadan kalkması ve yinelememesi için önlemler alabilmek, kontrol edebileceğimiz alanlarda değişiklikler yapabilmek için gerekli: Deprem gerçeğini, genetiği değiştiremeyiz belki ama bunların etkisini en aza indirecek bir yaşamı benimseyebiliriz. Kendimizi daha iyi tanıyıp bize iyi gelen/gelmeyenleri, ihtiyaçlarımızı, değerlerimizi keşfedip yola, yeni alışkanlıklar ve yol arkadaşları ile devam edebiliriz (Geride bıraktığımız ilişkiler ve özelliklerimizse bugün bizi biz yapan şeylerdir). 

Bunu yaparken (ama kendimizi, ama hasta olanı) suçlamadan, hastalığı bireysel etmenlere indirgemeden yapmak önemli. Öz/şefkatle, yargısızca, yapıcı bir şekilde. Çünkü bunun kendisi de stres verici bir süreç (üzüldüğüme üzülsem) ve şiddet!  

Yardım al(a)mamak, kimseden bir şey iste(ye)memek konusuna gelince, sırf onun nedenleri başlıca bir kitap olur. Ama şunu bilelim isterim ki, salt kibirden değil, bu, alma ihtiyacının farkında olmamaktan, bunu ne zaman nasıl yapacağını bilmemekten de kaynaklanır. Kaldı ki, kibirden bile olsa, acaba o hangi ihtiyaca denk düşüyor, neyi sağlıyor, ne’den koruyor, oraya bir bakmak lazım ki, o da bir başka kitap eder. Psikoterapi seanslarında aylarca süren karşılıklı emeğin ve/veya yaşam içindeki deneyimlerimizin sonucunda neliklerle keşfettiğimiz farkındalık ve anlamları, birkaç keskin yorumla ortaya koyma iddiasından uzak durmamız gerek. 

Her insan ve hikâyesi biricik, hikâye de son nefesimizi alana değin biteviye yeniden yazılıyor. Verdikten sonra da işte, insanlar bizi hikâye ediyorlar. 

Önceden Bavul Dergi’de yayımlanmıştır. 

Kaynaklar ve öneriler 

1. Arzu Erkan. Sürekli öleyazdığımız bir âlem, Kendimle Karşılaşmalar içinde, Ed. Sinem Sal, Karakarga Yayınları, Kasım 2022. 

2. Arzu Erkan. Bilişsel Davranışçı Terapi’yi anlamak ve anlatmakta metaforlar. Hangi Terapi? içinde, 2022, Nobel Yayıncılık. 

* https://www.youtube.com/watch?v=o91JmxS7cdM 

** https://www.instagram.com/reel/CjzztjYM0E5/?igshid=YmMyMTA2M2Y= 

*** https://youtu.be/5HquR2fhIuc