Adalet bulamayan bir felaketzede hayata yeniden başlayabilir mi? Gazeteci Fergün Atalay, adaletin çokça tartışıldığı bu günlerde kahramanı Dicle ile bu sorunun peşine düşüyor

Bu topraklarda hesaplaşmak eşyanın tabiatına aykırı

BİRGÜN KİTAP

Gazeteci Fergün Atalay ilk romanı Eflatun Kuşağın Peşinde’de 30 yıllık bir hesaplaşmanın hikâyesini gündeme getiriyor. Atalay, “İnsanın çocukluğunun bir yılı, hayatının en acı yılı olur mu? Türkiye’de yaşıyorsanız olur. 29 Temmuz 1981 gecesi Diyarbakır’da bir eve düzenlenen baskın 6 yaşındaki Dicle’nin hayatını telafi edilemez kayıplara sürükledi. Yıllar sonra hesaplaşmak için yola çıktı. Katilin gözlerinin içine baktığı gün anladı: Hesaplaşmak, bu topraklarda eşyanın tabiatına aykırıydı” sözleriyle tanıtılan kitabına ilişkin sorularımızı yanıtladı. Yazar Atalay “Kürt bu ülkenin Homo Sacer’i, insani ve hukuki haklarından mahrum bırakılması olağan bir şey sanki. Bence hakiki bir hesaplaşma olmadan, geride kalanlar adalete varmadan bir iyileşme olmayacak. Geçmişle yüzleşmeden bu ülkede bir adım ileri gidilemeyecek” diyor.

Bu ilk romanınız. Ama altyapısı sanırım uzun yıllara dayanıyor. Bunca senedir yazmanıza rağmen roman için neden bu kadar beklediniz?

Gazeteciliğin cilvesi. Bir yanda çok yoğun bir meslek, diğer tarafta tüm vaktinizi isteyen yazmak… Bir de aklımda öyküleri tamamlamak vardı, roman gibi uzun soluklu bir yazma macerasına hazır değilim zannediyordum. Ama öyle olmadı, roman bir yıl boyunca kendisinden başka bir şey yazmama izin vermedi.

Gazeteci olarak onlarca acı olaya yakından tanıklık ettiniz. İlk romanınız neden üzerinden 40 yıl geçmiş olan 80 sürecine ilişkin?

Gözümü açtığımda 12 Eylül darbesi vardı. Düşünsenize küçücük bir çocuksunuz, yolunda gitmeyen bir şeyler var. Ama o puslu ortamda kafanız karmakarışık. Herkes suskun. Ne olduğunu kitaplardan öğrendim tabii. Gazeteciliğin de olan biteni bizzat tanıklardan ve geride kalanlardan dinlemeye çok büyük katkısı oldu. Kitabın öyküsü kafamda belirdiği dönemde darbenin iki komutanı yargılanmaya başlamıştı. Hüküm giyip rütbeleri söküldüğünde, hesaplaşmanın önünün açılabileceği umuduna kapıldım. Ama Yargıtay kararı onamadı, darbeci iki komutan öldü, dava düştü. İşkencecileri hâkim karşısına çıkartmak dahi mümkün olmadı. O gün bir kez daha anladım, bu ülkede geçmişle hesaplaşmak ‘eşyanın’ tabiatına aykırı. Geçmişe baktığımda inkâr edilen, yüzleşilmeyen, hesaplaşılmayan ne varsa bugünün de travması. Geçmiş hiç geçmiyor, başımızın üstünde dönüp duruyor...

Diyarbakırlı bir gazeteci, yazar olarak Diyarbakır Cezaevi sizin için ne ifade ediyor?

Çocukken her yaz dedemin Sur’daki evinde geçti. Kimlik bilincimde o günlerin çok büyük katkısı var. Lise ikinci sınıfı da Diyarbakır’da okudum. Bir gün sınıf arkadaşlarımdan birinin Sur’daki evine ders çalışmaya gittiğimde hafızamdan hiç çıkmayan bir olaya tanık oldum. Biz ders çalışırken salondaki divanın altından 35 yaşlarında bir adam çıktı. Arkadaşımın dayısıydı. Diyarbakır Cezaevi’nde çok ağır işkence görmüştü. Divanın altına yayılan yatakta yatıyordu. Üstünden yıllar geçmişti ama bir gün yine almaya geleceklerini düşünüyordu. Diyarbakır Cezaevi’nde neler olduğunu öğrenmeye o gün başladım. Romanın kahramanı Dicle, Diyarbakır Cezaevi için “Yeryüzünün şark çıbanı” diyor ya, ben de benzer bir şey söyleyeyim. Bu ülkenin yüzünden silinemeyecek bir yara izi orada yapılanlar. Ben Eflatun Kuşağın Peşinde’yi hafızamızın silinmesine izin verirsek kaybedeceğimiz için yazdım.

Yazmak travmaları iyileştirme yöntemi olabilir mi?

Muhakkak iyileştirici bir etkisi vardır. Ama iyileştirir mi emin değilim. Ben felaketi bizzat yaşayanın değil, geride kalanın, Dicle’nin öyküsünü anlattım. Onun hayatında sesini duyuramamak, adalet ararken, yasaların ve siyasi iradenin duvarlarına çarpmak var. Zulmün ‘hak edildiğini’ düşünmek ve ima etmek, en çok da Diyarbakır Cezaevi söz konusu olduğunda ortaya çıkıyor. O içi boş ‘kardeşlik’ söylemi de tam bu noktada bir kez daha yarılıyor. Diyarbakır Cezaevi konuşulamazken o zulmü anlattığımda “Ama canım onlar da…” ile başlayan öyle çok söz duydum ki… Kürt bu ülkenin Homo Sacer’i, insani ve hukuki haklarından mahrum bırakılması olağan bir şey sanki… Bence hesaplaşma olmadan bir iyileşme olmayacak. Geçmişle yüzleşmeden bu ülke de bir adım dahi ileriye gidemeyecek.

Bu ülkede sayısız kayıp var. Gözaltında, ekmek almaya giderken sokağında, 1 Mayıs’ta meydanda, bir tarafın silahsız olduğu ‘çatışmalarda’ ölen, öldürülen, ‘ölü ele geçirilen’ ve kaybedilenler var. Tüm bunların içinde en ağırı cezaevinde yitirilenler olabilir mi?

Ölümün ölümle kıyası yok. Soruda saydığınız tüm kayıplar geride kalanın hayatını darmadağın eder. Beni en çok etkileyen faili meçhul kayıpların geride kalanları. Mezarlık yaşayanlar içindir, orada yatanın bir zamanlar var olduğunun nişanesidir. 33 yıl evladının kemiklerini arayan Berfo Ana içimde derin bir sızıdır.

‘Adalet bulamayan bir felaketzede’ hayata devam edebilir mi?

Devam ediyor etmesine de nasıl? Dicle’nin hayatına baktığımızda her şey yolunda görünüyor. Sonra anlıyoruz ki 6 yaşından bu yana çok derin bir kuyunun içinde. Diri diri mezara gömülmüş bir Antigone. 30 yıl boyunca, saatleri, günleri sayacak kadar ağır durumu. Anneannesinin eflatun renkli elbisesinin kuşağı hep cebinde. Hem güzel bir günün hem de bir felaketin izi o kuşak. Adalet arıyor, bulamadığında da tüm hayatı tepetaklak oluyor.

Adaletsizliğin yarattığı hasar genetik bir miras gibi kuşaktan kuşağa aktarılıyor mu?

Mesela babanız kendinden desenli bir tül perdenin önünde çekilmiş fotoğrafından gülümsüyor size. Birlikte bir fotoğraf çektirecek kadar dahi vaktiniz olmamış. Mesela amcanızı işkencede öldürenleri hukuka teslim etme umuduyla okuyup avukat olmuşsunuz. Ama mahkemeden neredeyse ödül gibi bir karar çıkmış. Mesela Diyarbakır Cezaevi’nde işkence görmüş annenizi bugün de hapishanede ziyaret etmek, önünüze bir kader olarak sunulmuş. Mesela annenizin sokakta bırakılmış cenazesine baka baka günler geçirmişsiniz. Hangi birini sayayım? Reddi miras mümkün mü?

Kitabın okurla tanışması hiç bilmediğimiz bir travmayı yaşadığımız sürece denk geldi. Aslında okumak için belki de en iyi günler.

Bir yazar sabunla yok edilebilen ölümcül bir canavarın baş kahraman olduğu bir kitap yazsa, hayal dünyasına hayran kalabilirdim. Hayatın böyle bir salgınla üstümüze üstümüze geleceğini de görecekmişiz demek ki. Bir başka dünyaya kaçmanın en güzel yolu kitaplar. Ben şu sıralar ikinci roman için okuyorum, çalışıyorum. Bir yandan da öyküler var tabii. Okumak ve düşünmek için en iyi günler bunlar.