Devletten ayrı, ondan bağımsız bir mülkiyet mümkün olmadığı gibi, aynı anlama gelmek üzere, mülkiyet yoksa devletin bir varlık nedeni de ortadan kalkar... Devletin yokluğunda piyasa diye bir şeyin de var olamayacağı gibi

Burjuva devlete dair retorik ve realite

Fikret Başkaya - Özgür Üniversite Kurucusu

“ ‘Üçüncü’ havalimanı inşaat alanına bak anlarsın!”

Bugüne kadar devletle ilgili on binlerce kitap, yüz binlerce makale yazılmıştır ama bunların kahir ekseriyeti devletin adamları tarafından yazılmıştır. Başka türlü söylersek “içerden” yazılmıştır. O kadar ki, aralarında John Locke gibi büyük mülk sahipleri bile vardır. John Locke sadece devletin değil, özel mülkiyetin de teorisyeniydi ve herhalde bu bir tesadüf değildir… Locke, özel mülkiyetin doğal bir hak olduğunu söylemişti. Eğer “özel mülkiyet sadece “bazıları içindir” deseydi, belki söylediğinin bir karşılığı olabilirdi. Boşuna, “belirleyici olan her zaman nereye bakıldığı değil, nereden bakıldığıdır” denmiştir. “Karşı taraftan”, ezilen ve sömürülen sınıflar tarafından yazılanların sayısı sınırlıdır.

Marksizm ve Anarşizm tarafından önemli itirazlar gelse de bugüne kadar taş yerinden oynatılabilmiş değil. Netice itibarıyla devlet bir tabu sayılıyor ve sıradan insanlar tabuyu sorun etmeye pek niyetli değil. Sorun etmek şurada dursun, öyle bir şey akıllarının ucundan bile geçmiyor. Dolayısıyla devlet, sadece mülk sahibi sınıflar ve “mektepli” taife tarafından değil, halk tarafından da şeylerin normal hali ve sorunların çözümünün yegane adresi olarak görülüyor.

Deniyor ki, bir zamanlar insanlar birbirleriyle sürekli boğazlaşma halindeymişler, kafalarında birbirlerini öldürmekten başka bir düşünce yokmuş. Dur durak bilmeden birbirlerini öldürüyorlarmış. Nasılsa bir gün akıllarına dahiyane bir fikir gelmiş, “yahu biz niye didişip duruyoruz, birbirimizi boğazlayıp duruyoruz, gelin bu huyumuzdan vazgeçelim, ‘uslu’ insanlar olalım, şu öldürme işini, ‘şiddet kullanma tekelini’ dışımızdaki bir iradeye devredelim de rahata erelim” demişler ve böylece devlet doğmuş… Böyle bir saçmalığa inanmak için bir insanın düşünce özürlü olması gerekir. Elbette keşke öyle olsaydı denebilir ama dananın kuyruğu hiç de öyle değil… Eğer öyle olsaydı, devlet gerçekten halkın, yurttaşların özgür iradesinin eseri olsaydı, genel toplum yararını gözeten bir aygıt olsaydı, dünya bugün bu halde olur muydu? Tarih böyle yaşanır mıydı?

Tam tersine devlet, ta baştan itibaren zora dayanılarak, şiddet kullanılarak tesis edilmiştir ve varlığını zora ve şiddete dayanarak sürdürmüştür. Aslında devlet=şiddet demekte bir sakınca yoktur. Devlet, tarih sahnesine çıktığı günden beri, dur durak bilmeden büyüyen genişleyen bir şiddet, terör, zulüm ve katliam makinasıdır… Onun için neden söz ettiğini bilmek önemlidir… Devlet her zaman ve her koşulda mülk sahibi olan sınıfın, mülksüzleştirilmiş, yoksul çoğunluğa karşı kullandığı bir terör ve şiddet aygıtıdır. Lâkin hepsi o kadar da değil, devlet bizzat mülk sahibi olan sınıf da demektir. Elbette egemenlik salt çıplak şiddete, kaba kuvvete dayanarak varlığını sürdürmez. Bir de ‘rıza’ yaratması, ‘gönüllü kulluk’ yaratması gerekir... Aksi halde süreklilik arz eden şiddet ve çatışma ortamı, mülk sahibi sınıfların sınıfsal çıkarlarını gerçekleştirmelerini zora sokardı...

Eğer tevatür edildiği gibi olsaydı, “normal insan davranışı” hemcinsine düşmanlığa, hemcinsini öldürmeye, yok etmeye endeksli olsaydı, insan soyu varlığını sürdürebilir, uygarlık yaratabilir, bugünlere kadar gelebilir miydi? Oysa, bunun tam tersi geçerliydi. İnsanlar arasındaki ilişki, esas itibariyle ve genel bir çerçevede rekabete, kıskançlığa, bencilliğe, hemcinsine, “ötekine” düşmanlığa değil, sevgiye, saygıya, dayanışmaya, yardımlaşmaya, bölüşmeye, paylaşmaya, kardeşliğe ve işbirliğine, karşılıkllığa dayanıyordu. Aksi halde insan soyu ne varlığını sürdürebilir ne de uygarlık yaratabilirdi… Devlet denilen egemenlik aracı ve mülkiyet, insanlık tarihinin belirli bir evresinde ortaya çıktı. Misyonu ve varlık nedeni de öyle tevatür edildiği gibi “genel toplum yararını”, “toplumsal barışı ve refahı” sağlamak değildi. Kaldı ki, “toplumsal barıştan” herkesin aynı şeyi anlaması da gerekmiyor! Aslında şeylerin kimin için, ne anlama geldiğini görmek için şeylere birazcık alışılmışın dışında, “nehrin karşı tarafına geçip”, oradan bakmak gerekiyor… Cumhurbaşkanı, başbakan bir dış ülkeyi ziyaret için uçağa bindiğinde yanına kimleri alıyor? İş adamlarını, gazetecileri ve tabii koruma ordusunu. O uçağa bir işçiyi, bir küçük esnafı, bir küçük çiftçiyi, bir işportacıyı... aldığını hiç gördünüz mü, hiç duydunuz mu? O uçağa binen biri hâlâ gazeteci sayılır mı? O zaman o devletin gazetecisi olmaz mı? İyi de gazeteci aslında kime lâzım denmeyecek midir? Son tahlilde devlet, tamı tamına özel mülkiyetin, özel çıkarların bekçiliğini yapan, özel serveti ve zenginliği büyütüp belirli ellerde toplanmasını sağlayan bir aygıttır…

Bu aşamada insanın aklına ister-istemez şöyle bir soru geliyor: Devlet denilen şu lânetli aygıt neden hâlâ kutsanabiliyor, yüceltilebiliyor, hak ettiği eleştiriden muaf olabiliyor? Bunun sebebi devlete dair gerçeği söylemesi gerekenlerin varlıklarını devlete, egemenlere, mülk sahibi sınıfa borçlu olmalarıdır. Zira suç ortağı olmak zorundalar. Bu yüzden devlet büyük bir “suç ortakları çetesine” benzer (Elbette devlet katında da istisnalar vardır ve her dönemde de olmuştur ama “istisnalar netice itibariyle kuralı doğrulamak içindir” denmiştir). Aksi halde orada barınmaları, ayrıcalıklı bir statüye sahip olmaları mümkün olmazdı. Nelson Mandela’nın Güney Afrika Devlet Başkanı seçildiği günlerde, bir generalle söyleşi yapılıyor. Gazetecinin, “yirmi yıldır savaştığınız Mandela’dan şimdi emir alacaksınız, bu sizin için rahatsız edici bir durum değil mi?” sorusuna general, “benim için bir şereftir, önemli olan emirdir ve emrin kimin tarafından verildiği önemli değildir” cevabını veriyor. Aslında general, militer bürokrasinin, genel olarak da devlet bürokrasisinin mantığını açık ediyor... Zira, orada hiçbir değere, hiçbir ilkeye yer yoktur. Aksi halde bürokrasinin bir varlığı olmazdı… Çok sınırlı istisnalar dışında kimse statüsünü riske atmak istemez… Uzağa gitmeye gerek yok, geride kalan on-on beş yılda Türkiye’de devlet bürokrasinin içine hapsolduğu sefil durumu hatırlamak yeter... Boşuna “at sahibine göre kişner” denmemiştir… Varlıklarını suça ortak olmaya borçludurlar çünkü... Zira, onlar için başka türlü yapmanın bedeli ağırdır. Bir işkenceci o işkenceyi kutsal devletin bekası için yaptığını düşünse de, yaptığının bir insanlık suçu olduğunu bilmemesi mümkün değildir!

Devlet-piyasa veya kamu-özel “ikiliğinin” ve “ayrımının” da reel bir karşılığı yoktur. Genel-geçer yaygın algı ve anlayış devletin kamu yararının, piyasa aktörlerinin de özel çıkarların hizmetinde olduğu şeklindedir. Her ne kadar devletin kamu yararıyla özel çıkarlar arasında bir hakem rolü oynadığı şeklinde yaygın bir anlayış geçerli olsa da, bu anlayışın gerçek dünyada reel bir karşılığı yoktur. Zira, devlet ve piyasa veya devlet ve sermaye iki ayrı kategori değildir. Devletin kamu yararını gerçekleştirmenin, piyasanın da (sermayenin) özel çıkarları gerçekleştirmenin araçları olduğu şeklindeki yaygın anlayış, mülk sahibi sınıflar ve onların akıl hocaları olan anlı-şanlı “teorisyenler”, “konunun uzmanları” tarafından uydurulmuş tevatürden başka bir şey değildir… Gerçek dünyada bu ikili, varlığını toplumun ortak malı (serveti-zenginliği-varlığı) olanı sahiplenmeye, ona el koymaya borçludur. Bu ikisinin “büyümesi” topluma ve doğaya zarar vermeden mümkün değildir… Başka türlü söylersek, bu ikili (sermaye ve devlet) her ileri aşamada herkesin olanı, müşterekler alanını gasp ediyor, yağmalıyor, talan ediyor... Özel çıkarlara dayalı bir işleyiş söz konusuyken, toplumsal yaşam için vazgeçilmez olan müştereklerin (commons, communs), yaşam araçlarının varlığı tehlikeye giriyor. Oysa ortak yaşam araçlarından, kaynaklarından ve alanlarından mahrum bir toplumsal yaşam sürdürülebilir değildir.

burjuva-devlete-dair-retorik-ve-realite-513009-1.
Devlet-piyasa veya kamu-özel “ikiliğinin” ve “ayrımının” da reel bir karşılığı yoktur. Genel-geçer yaygın algı ve anlayış devletin kamu yararının, piyasa aktörlerinin de özel çıkarların hizmetinde olduğu şeklindedir. Her ne kadar devletin kamu yararıyla özel çıkarlar arasında bir hakem rolü oynadığı şeklinde yaygın bir anlayış geçerli olsa da, bu anlayışın gerçek dünyada reel bir karşılığı yoktur.



Devletten ayrı, ondan bağımsız bir mülkiyet mümkün olmadığı gibi, aynı anlama gelmek üzere, mülkiyet yoksa devletin bir varlık nedeni de ortadan kalkar... Devletin yokluğunda piyasa diye bir şeyin de var olamayacağı gibi…

Burjuva devletin üç işlevi
Kapitalist toplumda devletin başlıca üç işlevi vardır: 1. Özel sektör (sermaye) tarafından gerçekleştirilmesi mümkün olmayan bazı işlevleri üstlenmek, bazı ‘kamu hizmetlerini’ sağlamak; 2. sermaye sahibi sınıfı, mülk sahipleri sınıfını (oligarşi ve şürekasını) yoksullardan korumak ve 3. bazı kapitalistlerin ve kapitalist grupların aşırılıklarını engellemek.

Zira, bazı tekil kapitalistlerin veya grupların aşırılıkları, bir bütün olarak sistemin işleyişini zora sokar... Bu durum Türkiye’de sıklıkla tekrarlanıyor... 2001 Krizi öncesini, ve şimdilerde yaşananlar tam da vurguncu sermaye gruplarının, spekülatörler taifesinin yağmacılığının bir sonucu olarak tezahür ediyor... Aslında devletin bu üçüncü işlevi, kapitalizmi ‘bazı kapitalistlerden’, ‘bazı sermaye gruplarından’ korumak olarak da okuyabilirsiniz... Neoliberal dönemde burjuva devletin birinci ve üçüncü işlevleri zaafa uğradı, aşındı... Her şey özelleştirildi, paralı hali geldi, buna güvenlik de dahil ve sermayenin hareketini sınırlayan denetimler külliyen tasfiye edildi...

Eğer devlet ve sermaye madolyanın iki yüzüyse, aynı bütünün parçasıysa, ki, öyledir, o zaman devleti ıskalayarak kapitalizmle mücadele etmek, kapitalizmi defetmek mümkün değildir... Antikapitalist mücadele aynı anda her ikisini de hedef almak zorundadır... Komünist toplum perspektifine endeksli bir sosyalist, Antikapitalist hareketin amacı, devleti ele geçirmek olamaz, olmamalıdır... Kapitalizmle birlikte devletten de kurtulmak olmalıdır... Aksi halde mücadelenin bir kıymet-i harbiyesi olması mümkün değildir... Onun için ‘ne ile cebelleştiğini bilmek önemlidir’ denecektir...