Bütün kelimeleri unutmadan, anlatayım
Gülümsedi. “Hepsi,” dedi annem “bana kırmızı bir kutuya mâl oldu. Kırmızı bir kutu. O kadar işte”
SİNEM SAL - @sinemsal
Asıl mevzuyu kaçırmıştım ve bulaşık bana kilitlenmişti. Hayattan anladığım kesinlikle buydu. Beş saat önce annem öldü ve ben kırmızı bir kutuyu yakıyorum. Niye mi? Annem, kelimeleri unutmak üzereydi. Alzheimer’ın son basamaklarına doğru hızla koşuyordu. Her adımında basamaklar büyük bir boşluğa doğru parçalanıp ufalanıyordu. Bütün çabası kurtulmak, hayatta kalmak, hayatının geri kalanında kendisini hatırlayacak kadar yaşayabilmekti. Bir Alzheimer hastasının elindeki tek şey kurtuluşun merdivenin en tepesine geldiğinde arkasında hiçbir basamağın ayakta kalmadığını tecrübe etmek ve o yerde önünde de koca bir uçurumun asılı olduğunu görmektir.
O gün bakım evine, kendisini ziyaret etmeye gittiğimde, telefonda benden istediği küçük kırmızı kutuyu da yanımda taşıyordum. Kapıyı açar açmaz kollarımın arasına bakmıştı. Kırmızı kutuyu ellerimde görünce, beyaz geceliğiyle yatağından kalkıp ellerimden, kutuyu almıştı. Yıllardır babamdan hiç konuşmamıştık. Hatta baba kelimesini cümle içinde kullansam, “Ben bir baba gördüm” demeyi tercih ederdim, “Benim bir babam var.” demek yerine. O gün, bordo kadife perdeyi aralarken, bana doğru dönmüştü: “Hatırlamak istiyorum Demet,” demişti, “sadece hatırlamak.”
Ona aslında ne kadar şanslı olduğunu, çok da iyi bir hayatımız olmadığını, hepsini hiç acı çekmeden unutacağını, hatta bu yüzden Tanrı’nın şanslı kullarından olduğunu söylediğimde, bordo kadife perdeyi sıkıca kapatmıştı. Yatağın yanındaki koltukta, dizlerimi karnıma çekmiş oturuyordum. Odanın içi karardığından, annemin yüzünde sadece masmavi, parlak gözlerini görebiliyordum. Bana bakmıştı ve hiç titremeyen bir sesle, “Geçmişini unutmak Demet,” demişti “dışarıda güneş olmasına rağmen, bu ağır kadife perdeyi çekip bu odaya tıkılmak gibi bir şey.” İkna olmuştum. İkna olmak benim işimdi zaten. “Haklısın,” demiştim “öyleyse perdeyi aralayalım anne. Ne dersin?”
Gülümsedi. “Hepsi,” dedi annem “bana kırmızı bir kutuya mâl oldu. Kırmızı bir kutu. O kadar işte… Fazlası değil. Aradan geçen on iki yılda çantamda eskittiğim defterler, dünya tarihine not düşülmeyecek kadar önemsiz şeylere şahit olmuştu. Kimsenin dikkat etmediği bir saksıda açan ot, masadan havalanıp kendi yolculuğuna çıkan toz gibi bir şey daha çok. Sanırım kendimi buna benzetebilirdim. Muhakkak bu duruma kendim alınmazdım. Neyse konumuz bu değil. Konumuz, bu konunun bana sadece kırmızı bir kutuya mâl olması.”
“Ne var bu kutunun içinde?”
“Anıları hapsedilebileceğimizi sen üç yaşına geldiğinde öğrendim ben. Sen üç yaşındaydın ve baban askerdi. Kelimeler, bir yere hapsedilmiyor belki. Ama eşyalar hapsedilir ve mekanlarla eşyaların hafızası, insanınkinden güçlüdür. Hiç olmadık yerde, olmayacak şeyleri bir anda hatırlatırlar sana. Kutunun içinde benim geçmişim var. Eski yıllar…”
“Açalım ister misin?” Bu soruyu sorduğumda kutunun içinde ne olduğunu az çok biliyordum. Annem, babam öldürülene kadar ondan her ay mektup aldığını söylemişti çünkü. Demek yıllardır açıp okumadığı ve o yılların tarihini kaydeden mektuplar bu kutunun içindeydi. Annem, bütün gücüyle Türkçe dilinde sahip olduğu her kelimeyi incelikle kullanarak anlatmaya devam etti:
“O yıllarda, yabani şeylerle ilgileniyordum daha çok. Kendimle yani. Bir saksı çiçeği olamayışıyla bir tohumun…Nadir gerçekleşen şeylerin üstüne eğilmek gibi bir saplantıya yakalanmıştım ya da hesabıma öyle bir görev yazılmıştı.”
“Babam yüzünden mi anne? Hiç yanında olmayan bir adamı sevdiğin için mi?”
“Baban… uğuruna artık inanmadığım adam, ölümünden sonra ‘Vatan uğruna…’ diye anıldı. Beni yaşatmadıktan sonra, kendisi yaşayamadıktan sonra ne önemi vardı ki?”
“Ona duyduğun şeyi anlatmak ister misin?”
“Bir geyik vardı. Bana doğru yaklaşıyordu. Boynuzlarının arasından bir meyve düşebilir ya da çiçek verebilirdi. Bekliyordum. Bu asla olmadı. Bana doğru yaklaşıyordu. Hızını alamıyordu. Ben bir şeyi anlamak istiyordum. Geyiğin hızını, üstündeki lekeleri, işte ne bileyim bu kafasındaki ağaç dallarının gerçekten meyve verip veremeyeceğini filan… Geyik, beni gözüne kestirmiş gibi geliyordu. Çığrından çıkmış gibi. Hayatımın bir daha asla aynı kalmayacağını ikimiz de biliyormuşuz gibi geliyordu. Tozu dumana katıyordu. Onu öldürecek hiçbir şeyim yoktu. Olsaydı ne yapardım bilmem. İnsan, güç elinde değilken güçlüyü bilemez. Sonra üstümden geçti. Geyik, bana bir kafa darbesi armağan edip ormana doğru koşarken, yıldızları gördüğümden neredeyse emindim. Kafam darbe almıştı ve ben sabaha kadar uyumayacaktım.”
O gece annemin kalbi beynine bir pıhtı hediye etti. Sustu annem. Bir daha hiç konuşmadı. Altı ay sonra da vasiyetini yerine getireceğim gün geldi. Vedalaşmadan önce söylediği son sözleri, bir gün Alzheimer olsam da unutmayacağıma dair söz verdim kendime. Gözlerimin içine bakmıştı. Konuşmuştu:
“Ben ölünce bu kutuyu yak. Dünya üstünde durmayanın anısı, dünyada kalmamalı.”