Ergin Yıldızoğlu, ‘Türkiye, Soğuk Savaş döneminden bu yana ABD merkezli ekonomik ve siyasi düzenin içinde ona “bağımlı” bir ülkedir’ diyor

“Büyük güçler arası savaşlar olabilir”

CAN UĞUR- @canugur1987


Ortadoğu’da yaşanan hareketlilik dünyayı da yakından ilgilendiriyor. Türkiye de bu tablonun önemli unsurlarından bir tanesi. Gazeteci-yazar Ergin Yıldızoğlu’nun bu bağlamda söyledikleri ise oldukça çarpıcı: Var olan dengeler içerisinde oluşan ve “Tükidides kapanı” (yükselen gücün yerleşik güçte yarattığı korku ve karmaşık ittifaklar) olarak bilinen durumlar içinden hiç beklenmedik bir anda yerel savaşlara hatta, büyük güçler arası savaşlara gidebiliriz. Yıldızoğlu ile Türkiye’nin izlediği dış politikayı, dünyadaki politik dengeleri ve olası senaryoları konuştuk.

‘Yeni Soğuk Savaş konsepti’ dillendirilmeye başlandı. Katılıyor musunuz bu yoruma?

Hayır katılmıyorum. Soğuk savaş, nükleer silahlara sahip ideolojik olarak rakip, ekonomik sistemlerinin birbirinden farklı olduğuna inanılan iki bloğun arasındaki gizli açık rekabetin, vekalet savaşlarının, casus savaşlarının adıydı. Bugün böyle iki blok (hegemonya sistemi) yok. Bir blok dağılıyor. Çok merkezli, belki de çok bloklu bir uluslararası sistem şekilleniyor. BU nedenle bazı büyük güçler arasında “bir güçler dengesi” dönemine girdiğimizi düşünüyorum. Bu tarihte çok rastlanan bir durumdur. “Soğuk Savaş” denen olgu ise tarihsel olarak özgün bir durumdur.
Diğer taraftan, “Soğuk Savaş” döneminde iki blokun temas ettiği yerlerden geçen tek bir fay hattı vardı denebilir. Bugün en azından iki fay hattı var: ABD-Avrupa ile Rusya arasında Ukrayna’dan eli Suriye’ye kadar uzanan bir hat. İkincisi de ABD-Japonya ile Çin arasında Çin denizinde şekillenmeye başlayan hat. Dün sürtüşme çatışma alanları bloklar arasıydı. Bugün kaynak (su, enerji, gıda üretim alanları madenler, metaller) havzalarında ve bu kaynakların taşındığı yolların kritik noktalarında oluşuyor.

Buralarda oluşan “Tükidides kapanı” (yükselen gücün yerleşik güçte yarattığı korku ve karmaşık ittifaklar) olarak bilin durumlar içinden hiç beklenmedik bir anda yerel savaşlara hatta, büyük güçler arası savaşlara gidebiliriz.

Ortaya çıkan uluslararası ilişkiler bağlamındaki dengeyi küreselleşme üzerinden sıkça yorumluyorsunuz? Küreselleşme ile bağlantısı nedir sizce tablonun?
Aslında bir denge değil, denge yokluğu, bozulması durumu söz konusu. Bir yaklaşım denge arıyor, bir başka yaklaşım hegemonya restorasyonu olmazsa imparatorluk (yalnızca şiddete dayanarak hakimiyet) arıyor, bir başkası da kendine yeni nüfuz alanları açmak istiyor. Bu farklı yaklaşımlardan kaynaklanan tutumlar, kimi ikinci derecede güçlere (güç olduğuna inananlara) yeni manevra alanları açıyor (açılıyormuş izlenimi veriyor). Çok karmaşık bir durum.

Kısaca iki bağlantısı var denebilir.
Birincisi, “küreselleşme” denen olgu ABD hegemonyası altında dünya ekonomisinin belli bir yönde, ABD’nin denetlediği uluslararası mali sistemin baskısı ve IMF, Dünya bankası, daha sonra Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumların eliyle sermayenin serbest çalışmasına açılarak düzenlenmesi ve yönetilmesiydi. Sermayenin yapısal krizine 1980’lerden başlayarak geliştirilen, (neo-liberalizm – liberal demokrasi ile tanımlanan küreselleşme, sorunları kriz eğilimlerini yeni alanlar açarak, oralarda birikmiş değerlere el koyarak, talep yetersizliğini mali genişlemeyle, destekleyerek ötelemenin rejimiydi: Bir kriz yönetim rejimi. Bu rejim ilk olarak 1997 Asya krizinde, sonra da 2007 mali krizinde kesin olarak çöktü. Artık işlemiyor. Mali “de-globalizasyondan” söz ediliyor. Ama yerine koyacak yen bir model de yok. Bu da ABD hegemonyasının zayıflamasıyla ilgili.
İkincisi: Yeni yükselen güçler, özellikle Çin, kuralları ABD hegemonyası altında şekillenmiş, onu yeniden üretmeye programlı bu rejime uymak istemiyor. Kendi kapitalizminin ve hegemonya inşa etme, sürecinin gereksinimlerine göre bu rejimi değişmeye zorluyor.
Bu iki bağlantının dinamikleri. Yukarıda değindiğim dengesizliği besliyor.

Türkiye’nin önümüzdeki süreçteki uluslararası dengelerdeki rolü hakkında ne düşünüyorsunuz?
Türkiye, Soğuk Savaş döneminden bu yana ABD merkezli ekonomik ve siyasi düzenin içinde ona “bağımlı” bir ülkedir. Türkiye devletinin bir sömürge geçmişi olmasa bile bir “post-kolonyal” devlet olduğu söylenebilir. Bir diğer değişle, emperyalizme bağımlı, emperyalizmin “iç olgu” olduğu bir ülke ve devlet var karşımızda. Bu tür ülkelerin devletlerinin temel işlevi ülke ekonomisini egemen (uluslararası- küresel vb..) sermayenin kullanımına, simgesel sistemine açık tutmak, egemenlik sisteminin gereksinimlerine uyum sağlamak olarak şekilleniyor.
Egemen sınıfların temsilcilerinin, devletten sorumlu olanların özgürlüğü de bu işlev tarafından belirleniyor. Kendini gerçekten özgür, ülkesini bağımsız sanan olursa, “realite”ona hemen aksini hatırlatıyor. Bu “realite”, kavramı burada emperyalist devletlerin komplolarından müdahalelerinden (ki bunlar hep olur) daha çok yapısal sınırlarla ilgilidir. AKP’nin dış politika inisiyatiflerinde başına gelenlere bu duruma iyi birer örnek oluşturabilir...

‘Teröre karşı İslami ittifak’ adı altında Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye’nin de aralarında bulunduğu bir koalisyon oluşturuldu. Bu koalisyonun geleceği var mı sizce?
Birincisi, bu ittifaka İslami ittifak demek, yalnızca Sünnilerin Müslüman olduğun, örneğin Şiilerin olmadığını “de facto” iddia etmektir. Bu, AKP Türkiye’si açısından son derecede yanlış, çaresizliğin ürünü bir ittifaktır. Adeta “ileriye doğru kaçma” çabası. Bu ittifakın bir gerçekliği olduğunu düşünmek zor...
Katar, biraz abartılı olacak ama, petrol musluğu üzerinde, bir televizyon kanalı ve birkaç çadır gibi bir şey. Bir ülke olduğuna ikna olmuş değilim. Ha bir de ABD üstlerine ev sahipliği yapıyor. Suudiler’in ordusu ABD desteği ve onayı olmadan, en iyimser ifadeyle, ancak bir süre işleyebilir. İktidarı ise ne kadar ayakta kalabilir şüpheli... Türkiye’ye bir önceki soruda değinmiştim. Kısacası karşımızda bir devlet iki devlete benzer bir şey var. Bunların üçü de “post kolonyal” olarak tanımladığı modelin örnekleri.

Bu “ittifak” tamamen ABD-Avrupa- Rusya ilişkilerinin dinamiğine endekslidir. Şu sırada bu dinamiğin ana yönelimi henüz belirginleşmedi. Ama belirginleşme sürecinde. Örneğin Esat’ın kalması konusu üzerinde bir mutabakat yavaş yavaş oluşuyor. AKP Türkiye’si yeniden İsrail (ki İsrail Esat’ın kalmasından yanadır) ile yakınlaşmaya zorlanıyor.

İkincisi, radikal terörist İslam’ın ideolojisinin kaynağı olan Suudi rejiminin terörizme, karşı mücadele edebileceğini, etmeye kalkarsa, ülkesindeki tepkileri, petrol gelirlerinin hızl düimekte, bütiesinin açık vermekte olduğu bir dönemde, salt şiddete dayanarak yatıştırabileceğini düşünmek kolay değil. AKP Türkiye’si ise IŞİD ile çok içli dışlı bir Siyasal İslam’ın temsilcileri tarafından yönetiliyor. Bu nedenle de eli titrek, kararsız kalmaya mahkum.

Türkiye’nin hem içerideki hem de uluslararası alandaki sıkışmışlığından sıkça söz ediliyor. Bunu aşmak için olası hamleler ne olabilir sizce?
Bu konuda çözüm üretmek benim değil egemen sınıfların görevi. Dahası, sıkışmışlığı aşmak, emekçi sınıfların pazarlık etme kendi taleplerini dayatma kapasitesi şimdilerde olmadığından, egemen sınıfların, özellikle Siyasal İslam’ın rahatlaması anlamına da gelecektir. Bu da beni pek ilgilendirmiyor.. Yine de bir iki önerim olabilir.

Kürtlerle savaşı hemen durdurun. Kürt hareketinin, tüm kanatlarını kapsayan bir temsilcilik oluşturmasına olanak verin ve onunla konuşmaya başlayın. Ortadoğu bataklığından çıkmak için hızla Suriye’yi, Suriye projelerinizi terk edin. IŞİD vb... yapıları hızla temizleyin. Kaynaklarınızı ülke içinde barışı, özgürlükleri ve refahı sağlamaya harcayın. Yani kendi doğanıza aykırı işler yapın...

Türkiye’nin AB ve İsrail ile yakınlaşmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yalnızlaşmaya karşı, zorunlu ama inançsız hareketler. “Şimdi yapalım başka çaremiz yok sonra düşünürüz” mantığı. Post kolonyal devleti yöneten kesimin ayakta kalma manevraları... Sığınmacıların canının pazarlıklarda koz olarak kullanılması ise utanç verici.