Meclis’in devrimciliği, cumhuriyetçilerin tüm iktidarı kişisel makam sahiplerine karşı kendi elinde toplamasından kaynaklanmıştır.

Büyük Millet Meclisi’nin tarihini merak etmek
Fotoğraf: Depo Photos

Fatma Eda ÇELİK

Bir şeyin tarihini neden merak ederiz? Geçmişte kaldığını düşündüğümüz, özlediğimiz bir şeyi hatırlamak için mi? Hiç görmediğimiz ama anlatıla anlatıla efsaneleşmiş bir şeyi merak ettiğimiz için mi? Kendimize öykünülecek veya örnek alınacak bir kişi, bir olay, bir kurum aradığımız için mi? Bugünden veya gelecekten korkup geçmişe sığınmak için mi?

Tarihten beklentimiz aslında, değişimden ne anladığımızla veya değişimden ne beklediğimizle ilgilidir. Eğer "Aman hiçbir şey değişmesin, eskiden ne güzeldi" diyorsak, tarihi nostaljik bir nesne gibi görürüz. Değişim, bizim için doğal, somut ve parçası olunabilecek bir şey değilse, o ancak yüce insanların veya kurumların işiyse, birilerini veya bir şeyleri yüceltmek için bakarız tarihe. Bir şeyin sadece geçmişte değiştiğini, ama bugün veya gelecekte asla değişemeyeceğini düşünüyorsak, geçmişe kapatırız kendimizi.

104 yıl önce 23 Nisan 1920’de açılan Büyük Millet Meclisi’ni, onun tarihini neden merak ettiğimiz ve nasıl bir tarih anlatısı aradığımız da, işte, genel olarak tarihi ve değişimi nasıl algıladığımızla ilgili. Onu Olympos Dağı’na çıkarıp insansızlaştırmak ve yüceltmek de bizim elimizde; zaten eskiden de çok da iyi bir kurum değildi ki, pek bir şey değişmedi, bugüne ve yarına dair bir beklentimiz olmasın demek de.

 Ancak elimizde olan bir başka şey daha var. Onu, açıldığı günkü bileşenleriyle, temsil ettiğini iddia ettikleriyle, kimlere karşı konumlandığıyla, ne yapıp ne yapmadığıyla anlayıp anlatmak. Tarihe Meclis’in geçmişte aldığı biçimi anlamak, onun farklı uğraklarda farklı biçimler aldığını görmek, bunun nasıl olduğunu açıklamak ve geleceğin nasıl eğilimleri içinde barındırdığını düşünmek için bakmak.

Osmanlı İmparatorluğu’nun 19. yüzyılı uzun bir değişim yüzyılının tarihi olduğu gibi, merkezi ve yerel meclislerin de tarihidir. Neden böyle olmuştur? Ne olmuştur da, 18. yüzyılda olmayan bir yönetsel yapı 19. yüzyılda ortaya çıkmış ve 19. yüzyılın yönetim pratiklerini belirlemiştir?

Toplumsal artığın kişisel makam sahiplerine tahsis edilmiş gelir kaynakları ve bölgeleri üzerinden çekildiği bir toplumda, yönetim kişisel tabiiyet ilişkilerine dayalı siyasal birikim ayrıcalıklarına sahip makam sahiplerinin tekelindedir. Padişah, sultan ve halife olarak, tarih boyunca farklı biçimler almış bu kişisel tabiiyet ilişkilerinin merkezinde olmuştur. 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bu ilişkilerin çözülmeye başladığını ve 19. yüzyıl boyunca yaşanan kapitalistleşme süreçleriyle birlikte siyasal iktidarın yeni ve kolektif biçimler almaya başladığını görürüz.

Makam sahibi sınıflar, makamlarının üzerinde yükseldiği havale ilişkilerine dayalı bir iltizam sistemi kanalıyla toplumsal artığa el koymakta ve onu merkezileştirmekte zorlandıkları için, iktidarlarının temelini oluşturan kişisel tabiiyet ilişkilerini de devam ettirmekte zorlanırlar. Diğer yandan, merkezi makam sahipleri, yerel eşrâf ve âyân, sarraf ve tüccarların bir kısmı, toplumsal artığa yeni mülkiyet ve mülksüzleştirme biçimleri üzerinden el koymaya başladıkça ve bu artık belirli ellerde yoğunlaştıkça yeni toplumsal sınıf ve tabakalar toplumsal ilişkilerde egemen olmaya başlar. Aynı şekilde, farklı etnik ve dini aidiyetlere sahip topluluklar da özerkleşmeye başlar. Ancak, henüz siyasal iktidarın parçası değildirler ve giderek farklı ölçeklerde yönetime katılmayı talep etmeye başlarlar. Merkezi ve yerel meclisler, hem bu eskisi gibi yönetememe hem de yeni toplumsal sınıf ve tabakalarla birlikte yönetme pratiklerinin ürünüdür. Kişisel makam sahipliği çözülmekte, egemen sınıf ve tabakalar kolektif yönetsel yapılara girerek yönetime dahil olmaktadır.

1868’de kurulan Şûrâ-yı Devlet’e kadar merkezi meclislerde hala sadece sudûr unvanına sahip, yani kişisel makam sahibi sınıflardan gelen kişiler vardır. Ama merkezi makam sahiplerinin kendi içindeki sınıfsal ayrışma, kişisel tabiiyet ilişkilerinin kurulduğu “hediye ekonomisi”nin hedef tahtasına konulması ve yargılanması gibi çatışma alanları yaratmaya başlamıştır. Yerel meclislerde ise, en başından itibaren yerelin nüfuzlu kişileri yer alır. Merkezi ve yerel meclisler arasında yaşanan çatışmalarda, yerelde güçlenmekte olan tabakaların karar alma mekanizmalarına katılımının yarattığı gerilim belirleyici olmuştur. Yeni toplumsal sınıf ve tabakalar merkezi düzeyde de yönetime katılmaya talip oldukça çatışmanın dozu artmıştır.

Merkezi meclisler düzeyinde yaşanan en önemli değişiklik, makam sahibi olmadıkları halde iktidara ortak olmayı talep eden sınıf, tabaka ve toplulukların, merkezi ölçekte tüm Osmanlıları temsil etme iradesini göstererek temsili bir meclisle karar alma süreçlerine katılmaları olmuştur. 1908 Devrimi dediğimiz ikinci defa meşrutiyetin ilanı, aslında toplumsal ilişkiler üzerinde egemen hale gelmeye başlayan bu toplumsal kesimlerin, makam sahipleri yanında iktidara ortak olmalarıdır. Meşrutiyetin ilan edilmesiyle toplanacak olan Meclis-i Umûmî iki kanattan oluşur. Biri, bu kesimleri iktidara ortak edecek Meclis-i Mebusan; diğeri makam sahibi tabakaların oluşturduğu Meclis-i Âyân. Yürütme, yani alınan kararların onaylanması ve hayata geçirilmesi için gerekli iktidar ise, tamamen makam sahiplerinde kalmıştır. Padişah ve Heyet-i Vükelâ’dadır (Osmanlı Hükümeti).

Kuvvetlerin bu şekilde ayrılmış olmasına rağmen, Meclis-i Umûmî’nin iki kanadında da “hâkimiyet-i milliye”nin telaffuz edilmesi, 1909 Anayasa değişiklikleriyle Meclis-i Mebusan’ın güçlendirilmesi dengeleri bozucu etkiler yaratmaya başlayacaktır. Meclis-i Mebusan, İttihat ve Terakki’nin öncülüğünde bir iktidar alanı haline gelecek, hatta seçimler çok partili koşullarda yapılacak ve bu iktidar alanı içinde birçok farklı muhalif görüş ve temsilci ortaya çıkacaktır.

İttihat ve Terakki’nin tam anlamıyla 1913’te iktidara geldiğini söylememizin nedeni de, aslında yürütmenin de İttihat ve Terakki tarafından kontrol edilmeye başlanmasıdır. Bu kontrol, Birinci Dünya Savaşı’yla birlikte ivmelenecek, egemen toplumsal sınıf, tabaka ve topluluklar içinden Türk-Müslüman mülk sahibi tabakaları ayrıştıran ve “milli iktisat” politikalarıyla onları güçlendiren bir iktidar yaratılacaktır. Temsil mekanizması kanalıyla sınıfsal olarak milli burjuvazi iktidara ortak olmuştur.

Birinci Dünya Savaşı’nın kaybedilmesi ve Osmanlı İmparatorluğu’nun fiili olarak egemenlik haklarını kaybetmesiyle, ülke genelinde yerel ve bölgesel ölçekte örgütlenmeye başlayan kongreler, asıl olarak, bu Türk-Müslüman mülk sahiplerinin temsiline dayanmaktadır. İttihat ve Terakki kadrolarının askeri ve mülki idarede örgütleyici gücü devam etmektedir. Bunun yanında, kongrelerin sivil meclislerinin ve askeri kuvvetlerinin kimlerden oluştuğuna baktığımız zaman, Anadolu’da Türk-Müslüman mülk sahiplerini oluşturan yerel eşrâfın öne çıktığını görürüz. Kongreler kanalıyla örgütlenen bu tabakalar, İstanbul’daki makam-mülk sahibi tabakaların İtilaf Devletleriyle barış antlaşması yapmalarına karşıdır. Bu örgütlenmeler, kendi içlerindeki tüm çelişki ve çatışmalarla birlikte, Sivas Kongresi Heyet-i Temsiliyesi kanalıyla 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi’ni oluşturacaktır.

Büyük Millet Meclisi’ni daha iyi anlamak için, dönemi itibariyle bu meclisin tek olmadığını ve komşu bir coğrafyada da meclislerin iktidarı talep ettiklerini ve iktidara geldiklerini görmek gerekir. Kuzey komşumuz Rusya’da 1917 yılında işçi ve köylü sovyetleri (meclisleri), iktidarı talep etmiş ve Bolşeviklerin öncülüğünde Sovyetler Birliği’ni kurmuştur. Bu sovyetler, toprak sahibi ve büyük tüccarların oluşturduğu yerel meclis, zemstvolardan, yani Osmanlılardaki muadili yerel meclislerden, sınıfsal ve siyasal olarak çok farklıdır. İktidar talepleri ve iktidara taşıdıkları sınıf ve tabakalar da, dolayısıyla, çok farklı olmuştur.

Büyük Millet Meclisi, ilk başta çoğunluğu yereldeki mülk sahibi tabakalar (Türk ve Kürt eşrâf, din adamları) ve İttihat ve Terakki’nin temellerini attığı “millici” asker ve bürokratlardan oluşsa da, çok farklı toplumsal ve siyasal kesimi bir araya getirmiştir. Bu kesimler birbirinden çok farklı halkçılık programları olan kesimlerdir. Bir kısmı, Sovyetlerin estirdiği rüzgarı da arkasına alan ve halkçı bir şûralar (meclisler) hükümeti talep eden kesimdir. Yeşil Ordu ve Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası bunların başında gelir. 13 Eylül 1920’de Meclis gündemine taşınan Halkçılık Programı ile bir yandan bu çeşitlilik kapsanmaya, bir yandan da bunların içinden sadece biri savunulmaya ve diğerleri hilafına tekleştirilmeye çalışılır.

13 Eylül’den 20 Ocak 1921’de TBMM’nin ilk Anayasası’nın kabul edildiği tarihe kadar, bu tekleştirme mücadelesi sürer. Tekleşen düşünce halkın temsilinin doğrudan değil, dolaylı olacağı; Sovyetlerdeki şûralar gibi geniş halk kesimlerinin yönetime katılmayacağı ama Büyük Millet Meclisi’nde ve ona bağlı yerel meclisler kanalıyla dolaylı olarak temsil edileceği yönündedir. Meclis, aynı anda kendi solunu ve aynı anlama gelmek üzere geniş halk kesimlerinin sınıfsal duruşunu tasviye etmiş; kendi içindeki tüm sosyalist, komünist, halkçı unsurları siyaseten de Meclis dışına düşürmüştür. Dolayısıyla, bu dolaylı temsilin burjuvazinin çıkarına bir temsil olacağı netleşmiştir. Bu, Batı demokrasilerinde olduğu gibi, burjuvazinin kendisine iktidar alanı yarattığı bir liberal-temsili demokrasidir.

1921’de mülk sahibi sınıflar lehine yaşanan bu sınıfsal tekleşme sürecinden sonra, Büyük Millet Meclisi, 1921-24 yılları arasında egemen sınıflar arası bir mücadelenin iktidar alanı ve aynı zamanda iktidar aracı olmuştur. Meclis, konsolide olduğu haliyle, artık yerel kongrelerin şekillendirdiği Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri’nin toplumsal ve siyasal tabanını oluşturduğu bir meclistir. Kendi içinde gruplaşmalar yaşasa da, tüm gruplar kendilerini bu cemiyetlerin temsilcisi olarak görmektedir. Bu temsili güçle birlikte, Meclis, İstanbul’daki müslüman ve gayrimüslim mülk sahibi sınıflara, onların uluslararası pazarla eklemlenme biçimlerine ve temsilcisi padişah ile İstanbul Hükümeti’ne karşı konumlanmıştır.

Bu konumlanmanın, yani ikili iktidarın nasıl çözüleceğine ilişkin Meclis içinde iki farklı görüş vardır. Birincisi, meşrutiyetçi görüştür. Yani Osmanlı Anayasası Kanûn-ı Esâsî’de olduğu gibi kuvvetlerin ayrıştığı, iktidarın makam sahipleri ile mülk sahipleri arasında paylaşıldığı bir yapıyı savunmaktadır. Padişah, Osmanlı Hükümeti olan Heyet-i Vükelâ ve Meclis-i Âyân’ın yürütme ve yasamada ağırlığını koruduğu ama Meclis’in de, Meclis-i Mebusan gibi bir yasama gücü olduğu meşruti bir sistem savunulmaktadır. İkincisi, cumhuriyetçi görüştür. Bu görüş aynı zamanda devrimcidir, yani mevcut Osmanlı anayasal yapısını tümüyle değiştirmekten yanadır. Kuvvetler birliğini, yani sadece yasamanın değil yürütmenin de millet egemenliğinde olması gerektiğini savunmaktadır. Büyük Millet Meclisi üstünde bir güç tanımaktan yana değildir; yürütmenin, yani hükümetin ve devlet başkanının, yani padişahın o zamana kadar üstlendiği makamın da Meclis içinden çıkması ve Meclis tarafından belirlenmesi gerektiğini savunmaktadır.

Büyük Millet Meclisi’nin devrimciliği işte, cumhuriyetçilerin tüm iktidarı kişisel makam sahiplerine karşı kendi elinde toplamasından kaynaklanmıştır. Bu koşullar altında 1922’de saltanat kaldırılabilmiş; 1923’te cumhuriyet ilan edilebilmiş ve 1924’te hilafet kaldırılabilmiştir. Böylelikle, 1908’de iktidara ortak olan milli burjuvazi, 1923’te iktidara gelebilmiştir. Ancak, bu burjuva devrimi, Büyük Millet Meclisi’nin demokratikliğinin de sınırını çizer. Demos (halk) içinden doğrudan iktidara gelebilecekler, yani Meclis’e seçilebilecekler mülk sahipleridir; demos ancak onların dolayımıyla temsil edilebilir.

Merkezi veya yerel, meclisler birer kolektif karar alma mekanizmasıdır. Bileşenleri ve temsil ettikleri toplumsal kesimler, bu mekanizmaların niteliğini ve iktidar içindeki konumlarını belirler. Halk egemenliğinin biçimini ve sınırını da belirleyen işte bu nitelik ve konumlanmadır. Büyük Millet Meclisi, padişah karşısında halk egemenliğini genişletici ve tümüyle ele alıcı bir unsur olmuşken halkın geniş kesimleri karşısında sınırlayıcı ve egemenliği temsile dayandırıcı bir mekanizma olmuştur.