Brenda Lozano, üçüncü romanı Cadılar’da erkek egemen kültüre karşı direnmek için cadı olmanın gerekliliğine dikkat çekiyor. Lozano’ya göre kadınların cadı olması bir savunma biçimi. Dahası cadılar, bilgelikleriyle bu düzene karşı nasıl savaşacaklarını en iyi bilenlerden.

Cadı olmak direniştir!

İLKE KAMAR 

C adıların varlıkları çok eskiye dayansa da düşman olarak hedef gösterilmeleri 15. yüzyılda başladı. Sapkın teolojik düşünce ile güç bulan cadı avları nedeniyle sayısız kadın katledildi. Özellikle de kadınlarla ilişkilendirilen cadıların yok edilmesi, kadına yönelik şiddeti öyle bir noktaya taşıdı ki Orta Çağ Avrupası’nda kadın olmak ‘haşerat’ olmaktan farksızdı. 

O günden bu güne çok şey değişse de geçmiş dönemde cadılara, kadınlara yönelik düşmanca tavır günümüzde de dünyanın her köşesinde kendini hatırlatıyor. Tüm bunlara rağmen feminist oluşumlar masum prenses/cadı ikiliğine karşı çıkmakla kalmıyor cadıları sahipleniyor. 

Son yıllarda sıkça gördüğümüz feminist protestolarda pankartlarda ‘öldüremediğiniz cadıların torunlarıyız’ seslenişi öylesine değil! Epeydir, kadınlar artan şiddete karşı cadı figüründe kendini buluyor. Çünkü erkek egemen kültür, sistematik şekilde boyun eğmeyen, hakkını arayan, itirazı olan mücadeleci kadınları cadı olmakla nitelendiriyor dil üzerinden. Ve belki de en güzel cevaplardan biri de yine dil üzerinden geliyor. Brenda Lozano, üçüncü romanı Cadılar’da bu düzene karşı direnmek için cadı olmanın gerekliliğine dikkat çekiyor. Lozano’ya göre kadınların cadı olması bir savunma biçimi. Dahası cadılar, bilgelikleriyle bu düzene karşı nasıl savaşacaklarını en iyi bilenlerden.  

Roman bir cinayetle başlar. Yer Meksika’nın Oaxaca eyaleti. Trans bir birey olan Paloma, cinsiyetçi bir saldırı sonucu öldürülür. Meksikalı gazeteci Zoë ise kadına karşı işlenen suçlara karşı mücadele eder. Bu konuda haberler yapar. Aynı zamanda Paloma’nın dünyaca ünlü dil şifacısı Feliciana’nın akrabası olduğunu öğrenmesiyle haberi yapma isteği artar. Zoë, San Felipe’ye gitmeye ve Feliciana ile röportaj yapmaya karar verir. 

Yeri gelmişken hemen söyleyelim Brenda Lozano, Feliciana karakterini zamanında Meksikalı Maria Sabina Garcia’dan esinlenerek yaratır. Şifacı olarak tanınan Maria Sabina hakkında Life dergisinde ‘Sihirli Mantarları aramak’ başlığıyla yayımlanan makalenin ardından kısa zamanda ABD’de büyük ilgi görür ve dönemin popüler isimleri de dâhil birçok kişi Maria Sabina’nın ve mantarlarının peşine düşer. 1960’larda yaşanan bu gerçek hikâye Maria Sabina için kötü sonuçlanır. Hem muhafazakâr kesim hem de dönemin siyasileri ona yapmadıklarını bırakmazlar.  

Tekrar romana dönecek olursak Zoë ve Felicina’nın bir cinayet üzerinden başlayan konuşmaları romanın bütününü oluşturuyor. Felicina, Zoë ile konuşsa da Zoë hem kendisi ile hem de okurla konuşur:    

“Meşhur Dil şifacısıyla tanışmak ve mümkün mertebe Paloma vakasına ışık tutmak, onun kim olduğunu öğrenmek istiyordum. Paloma’nın öldürülmesinin beni Feliciana’ya götürdüğünü röportajın böyle başladığını söylemek istedim ama bu bir cinayet hikâyesi değil. İtiraf ediyorum, gazetede yapacağım haberle bir şeylere yardımım dokunur diye düşünüyordum ama Feliciana’yla tanışınca yardıma ihtiyacım olduğunu dahi bilmeden yardım gören kişi ben oldum ve burada yazdığım her şeyi onun sayesinde keşfettim. Bu, “Feliciana kim ve Paloma kimdi”nin hikâyesi. Onları tanımak istiyordum. Çok geçmeden anladım ki önce kardeşim Leandra’yı, annemi ve kendimi daha yakından tanımalıydım. Anladım ki bir kadını iyi tanımak kendinle tanışmaktı.” 

İki farklı kadın, iki farklı ses 

Birinci tekil şahıs anlatımıyla yazılan romanın en güçlü tarafı biri şifacı diğeri gazeteci iki farklı kadının, hayatlarının kesişmesi üzerinden yaşadığımız çağda kadın olmanın ne anlama geldiğini yeniden düşünmemizi sağlaması. Roman ilerledikçe iki kadının hayatındaki benzerliklerin, anlatıcıyı teşhis etme de zorlayıcı bir yanı olsa da çok geçmeden kolektif bir hafızanın ve birliğin tek bir sese dönüştüğünü görürüz. Yazarın bunu bir anlatım tekniği olarak kurguladığını, çok boyutlu, bütünlüklü bir yapı kurduğunu söylemek mümkün. 

Roman iki kadının yaşamına odaklansa da Cadılar’ın diğer kadın karakterleri Zoë ve Feliciana’nın kız kardeşleri Leandra ve Francisca da fazlasıyla belirlenmiş, kuşatılmış erkek egemen dünyada aidiyet sağlamaya çabalar. Biz onları Zoë ve Felicina’nın anlatımlarıyla tanırız. Tıpkı Zoe ve Feliciana›na gibi birbirine benzemeyen yaratım ve üretim içinde kadınlar olduklarını görürüz. Onları eşitleyen ise yaşadıkları şiddettir. Lozano, bu iki karakter üzerinden farklı koşullara sahip kadınların yaşadıkları gerçekliğin paralelliğine dikkat çekerken aynı zamanda kız kardeşlik kavramını, kız kardeşlerin aralarındaki ilişkiyi de sorgular. Ve tabii her sayfada Paloma’nın gördüğü şiddeti açığa vurur Lozano. Toplumsal olanın açtığı yaraları göstererek korkunun ve tedirginliğin karakter üzerindeki etkilerini görmenin imkânını sunar. Paloma’yı, kuzeni, Feliciana’nın anlatımıyla tanırız. Atalarından öğrendiği şifacılığı Feliciana’ya öğreten dahası onun ruhundaki gücü görüp şifacı olmaya yönlendiren de Paloma’dır. Şifacılığı bırakmak zorunda kalması ise ‘muxe’ yani trans bir birey olmasından başka bir şey değildir. Zaten öldürülmesi de aynı sebepten olur: 

“Akşamın tam altısıydı, çünkü gün ışığı mısır tarlasında gölge yapıyordu, baktım ve Paloma muxe olduğu için adamın onu öfkeyle sırtından bıçaklayıp öldürdüğünü anladım, muxe diye öldürüldü, erkek doğup kadın olduğu için öldürüldü, kadın gibi giyinip makyaj yaptığı için öldürüldü…” 

Brenda Lozano, Cadılar’da farklı kökenlere ve koşullara sahip iki kadının hikâyesini iç içe geçirerek Meksika geleneklerini, şifayı, kadına ve diğer cinsel kimliklere olan şiddeti anlatırken bir taraftan da, kadınların birbirini tanıyarak, kendi aralarında destek ağlarının oluşturulmasına vurgu yaptığını söyleyebiliriz. 

Yazar, aynı dili konuşamayan iki kadının karşılaşmasını, birbirlerini tanımalarını ve yaralarını iyileştirmek için dayanışmalarında ‘Dil’e’ işaret eder. Nasıl ki Feliciana ‘Dil’i’ keşfederek erkeklere ait şifacılık geleneğinde kendine yer edindiğini görürüz. Lozano da tarih boyunca her türlü kötülükle eş tutulmuş cadı kelimesine iade-i itibar isteğini güçlü bir şekilde dile getirir. Kapitalist bir dünyada, siyasetin dilden yapıldığı bir ortamda en iyi direnişin de ‘Dilden’ yapılması gerektiğinin altını çizdiğini söylemek mümkün. 

O yüzden anlatıyı değiştirmek ve cadılara sahip çıkma zamanı. Hele de Türkiye’de. Cinsel kimlikleri üzerinden her türlü baskının meşru olduğu, demokratik seçimlerin bile kadına ve diğer cinsel kimliklere tanınan hakların kısıtlanması üzerinden tartışıldığı bir ortamda tam da cadı olma zamanı! Çünkü cadı olmak direniş demektir.