Siyasal İslamcının “radikal” olanı, kendisinin arkasında duracak, en azından eylemine sempatiyle bakacak, “ılımlı” yığınların varlığından haberdardır ve aslında eylemi bir ruh hastasının eylemi olmaktan çıkarıp da politik yapan şey de -yukarıda bahsedilen siyasal strateji unsuru hariç olmak üzere- tam olarak budur

Can suyumuz: Laiklik ve laik eğitim

> ORKUN SAİP *Dr. - Kocaeli Üniversitesi

Can suyu yaşam veren su anlamına gelir. Yeni dikilen bir fidan kurumasın, ölmesin diye dibine dökülen sudur can suyu. Bu toprakların aydınlanmacı kadroları, kapkaranlık, çürümüş, lime lime dökülen bir Ortaçağ kalıntısını tasfiye ederlerken, diktikleri cumhuriyet fidanı daha doğarken ölmesin diye, laiklik denilen bir can suyu verdiler o fidanın dibine. Fidan tuttu, lakin büyürken her gün bir öncekinden daha az verildi o can suyu. Menderes, Demirel, 12 Mart, Evren, Özal derken kuruyan ağaca son balta darbeyi vurmak ise AKP’ye nasip oldu. Bir bakıma Cumhuriyet tarihi laiklikten adım adım vazgeçmenin de tarihiydi ve kabul edilmesi gerekir ki o tarih noktalandı. Uzunca bir süredir korunması gereken değil, kolektif hafızamızdaki kazanımlarının aşkla sahiplenilip aşılması suretiyle yeniden kurulması gereken bir cumhuriyet hedefimiz var artık. O kazanımların başında da, can suyumuz, laiklik geliyor. Şunu kesinlikle bilince çıkarmalıyız: Kuruyan ve kesilen ağacın yerini alan ve yobazlıktan beslenen zararlı otları kökleriyle birlikte söküp atmak, yeni bir fidan dikmek istiyorsak, önüne arkasına sıfatlar eklemeden –yani en Jakoben haliyle- laiklik adındaki can suyunu o fidanın dibine dökmek zorundayız; zira demokratik ve eşitlikçi bir toplum laik olmayan bir zeminde yeşermiyor. Üstelik mevcut laiklik pratikleri siyasal İslamcılık tarafından tahrip edildiğinde durum daha da vahimleşiyor. Orta Doğu ise bu vahim tablonun en acı ve en kanlı örnekleriyle dolu...

10 Ekim 2015 o en acı ve en kanlı örneklerden birinin Türkiye insanınca deneyimlendiği tarih oldu. En az 97 canımız şimdi toprağın altında. Yaşanılan acının travmatik yönleri ve hangi siyasal stratejinin parçası olduğu bir yana, bütün bu travmaları ve en alçakça stratejileri mümkün kılan ve kesinlikle siyasal İslamcılığın toplumsal kanallara nüfuz etmesiyle ilişkili sosyo-kültürel/politik bir zeminden ayrıca bahsetmek gerekir. Bahsi geçen zemin, intihar eylemcisine, askeri düşmanının ötesinde, örgütünün o düşmanla ilişkili olduğunu düşündüğü herkesi (9 yaşındaki Veysel’i de) öldürmesi yönünde ideolojik bir motivasyon sağlar. Bu, kuşkusuz önemlidir; ancak bireysel veya örgütsel nitelikteki motivasyonu yeşertecek bir sosyo-kültürel zeminin varlığı daha önemlidir, zira eylemi yapılabilir kılan, eylemcinin/örgütün motivasyonundan ziyade, Konya’daki milli maç öncesindeki saygı duruşunu ıslıklayıp, tekbir sesleriyle kendince protesto eden bir güruhun var olduğunun bilinmesidir. Bir başka deyişle, siyasal İslamcının “radikal” olanı, kendisinin arkasında duracak, en azından eylemine sempatiyle bakacak, “ılımlı” yığınların varlığından haberdardır ve aslında eylemi bir ruh hastasının eylemi olmaktan çıkarıp da politik yapan şey de -yukarıda bahsedilen siyasal strateji unsuru hariç olmak üzere- tam olarak budur. Sözü edilen ılımlı yığınlar Türkiye toplumunda istisnai bir toplumsallığa tekabül etseydi, üzerinde durulmasına da gerek olmazdı. Ancak bu toplumsallığın, en azından karşısına geçilip mücadele etmeyi gerektirecek kadar büyük olduğunu, bugün en keskin AKP ve Erdoğan karşıtlığına soyunan liberallerin, 3-5 yıl öncesine kadar “Anadolu muhafazakarlığı” vb. kavramlar eşliğinde çalıştırdığı yobaz aklama mekanizmalarından ve o mekanizmanın üzerimizde bıraktığı deformasyondan çok iyi biliyoruz. Liberal entelektüel, kendi metodolojik sığınağı olan merkez-çevre ikiliğine dayanıp, toplumsal mücadelelerden yalıtarak tahrif ettiği halk nosyonunu gerici güruhları meşrulaştırmak için kullanırken aynı zamanda bir aklama mekanizması da kuruyordu. Bu mekanizma o kadar etkili işledi ve sonuçları o kadar vahim oldu ki; 1978’de Maraş’ta, 1980’de Çorum’da ve nihayet 1993 yılında Sivas’ta yapılan katliamlara 2000’li yıllardan geriye doğru şöyle bir bakan Türkiye aydını, orada “İttihat ve Terakki zihniyetini” ya da “ceberut devleti” hemen fark ediyor ama o katliamları sosyolojik olarak mümkün kılan dinci-gericiliği bir türlü görmüyor, göremiyordu! Yeri gelmişken belirtmek gerekir: Eğer Sivas katliamından yıllar sonra, bugün, Madımak Oteli’ni ateşe veren gerici güruh gericiliğin tescilli yayınlarında “mağdur” ilan edilebiliyorsa; laiklik mücadelesini “otoriter”, “totaliter”, “anti-demokratik” bilumum sıfatla birlikte anıp, asırlık Anadolu gericiliğine “halk” diyenlerin günahı çok büyüktür. “Türkiye aslında hiç laik olmadı ki” veryansınıyla başlayıp “biz özgürlükçü laiklikten yanayız” diye devam eden kerameti kendinden menkul “gerçek laiklik” savunusunun ise yukarıda ifade etmeye çalıştığım toplumsal karanlıkla mücadele etmeyi değil, onunla uzlaşmayı tercih ettiğini ayrıca belirtmeye gerek dahi yok.

Tam da bu noktada, katliamları meşrulaştıran ve hatta onları mümkün kılan toplumsal karanlıkla mücadelede, gericiliği cepheden karşısına alan bir laiklik savunusunun ve laik eğitim talebinin çok kritik bir rol oynayacağı söylenebilir. Dikkatimizi intihar eylemcisinin kendisine ya da örgütüne değil de, onu yetiştiren toplumsallığa çevirecek olursak, o toplumsallığın kurutulmasının mutlaka ama mutlaka yeni bir sosyoloji tesis edilmesiyle mümkün olabileceği, o sosyolojinin manivelasının da laik eğitim olduğu ifade edilebilir. Güncel bir örnek aracılığıyla şöyle somutlayabiliriz: Eğer Adıyaman’da bir IŞİD kahvehanesi kurulabiliyorsa, bu durum orada kamu otoritesinin -en hafif tabiriyle- bir zaafı olduğunu gösterir. Buradaki sorun ideolojik olmaktan ziyade hukuki ve siyasal olup, çözümü de baskı ve zor mekanizmaları aracılığıyla mümkün olabilir. Ancak o kahvehane Adıyaman sosyolojisinin normal bir unsuru haline gelmişse, tabiri caizse, Adıyamanlıların gözünde meşrulaşmışsa, bu sefer mesele esas itibariyle ideolojik bir hal almış demektir ve laik eğitim talebi/mücadelesi gibi daha uzun vadeli bir çözüm yoluna başvurmak zaruri olur.
Maraş, Çorum ve Sivas katliamlarına geçtiğimiz iki buçuk aylık süreçte Suruç’u ve Ankara’yı ekleyen toplumsal karanlığı kurutabilmek dileği ve inancıyla...