Cannes’da olmak, dünya sinemasının nabzını hissetmek demekse, o nabız çok güçlü atmıyor. Her filmin ardından seviyenin düşüklüğü karşısında biraz daha üzülüyorum...


Cannes’da olmak, dünya sinemasının nabzını hissetmek demekse, o nabız çok güçlü atmıyor. Her filmin ardından seviyenin düşüklüğü karşısında biraz daha üzülüyorum...

Cannes’da her seyrettiğim yarışma filminin ardından Nuri Bilge Ceylan’ın şansının arttığını düşünerek seviniyor ama seviyenin düşüklüğü karşısında üzülüyorum. Şu ana kadar en iyi film, festivalin en sıkı solcu yönetmeninden geldi. Aki Kaurismaki’nin “Le Havre”ı yönetmenin en iyi filmlerinden biri değil ama yine çok düzgün bir film. Kaurismaki her zamanki “soğuk ama sımsıcak” stiliyle bize insancıl bir masal anlatmış. İnsancıl hikâyeler dinlemeye ne kadar çok ihtiyacımız var! Gerçekçi olmadığını bilsek de, iyilik ve iyilerin galip geldiği, dostluk, fedakârlık ve dayanışmanın zafere ulaştığı bir masal seyretmek festivalde herkese iyi geldi ve Kaurismaki’nin filmi yıldız listelerinde zirveye çıktı.
NURİ BİLGE’NİN ŞANSI BİR HAYLİ YÜKSEK
Film kaçak göçmen Afrikalı bir çocuğu koruyucu kanatları altına alan bir ayakkabı boyacısı ve ona yardım eden mahalle halkının hikâyesini anlatıyor. Bu gruba iyi kalpli bir komiser de yardım ediyor.  Lars von Trier ‘Melancholia’ ile Bela Tarr’ın ‘Torino Atı’nda anlattığı temayı çok benzer öğelerle ama tamamen başka bir stille ele almış. ‘Melancholia’ tıpkı Tarr’ın filmi gibi dünyanın sonunu ‘atlarıyla’ birlikte dış dünyadan kopuk bir şekilde bekleyen bir grup insanın son günlerini anlatıyor. Tarr’ı sıkıcı bulmuştum ama von Trier, Tarr’ın estetik bütünlüğünün de uzağında, melankolikler haklıdır demek dışında bir şey söylemeyen bir film yapmış. Sonradan özür diledi ama basın toplantısında “Hitler’i anlıyorum” gibi tiksinç laflar etmesiyle Trier kendi sonunu hazırladı. Dünyanın sonu temasının bu kadar çok tekrar ediyor oluşu ne kadar korkunç bir çağda yaşadığımızı gösteriyor.
Terrence Malick nefes kesici güzellikte anlar içermesine karşın, sonuçta metafizik bir saçmalıktan ve tanrı yalakalığından başka bir şey olmayan ‘Hayat Ağacıyla’ umarım bir şey kazanmaz. Bertrand Bonello’nun 19. Yüzyıl sonu – 20 yüzyıl başı randevuevlerini anlattığı ‘Hoşgörü Evi’ de derin bir iz bırakmadığına göre, Nuri Bilge Ceylan’ın şansının bayağı büyük olması gerekiyor. Bugün Almodovar da ‘Altında Yaşadığım Deri’ ile sahneye çıktı. Film olumlu bir tepki aldı seyirciden. Son derece karanlık dehlizlerden, sapık doktorların intikamları, zorla yapılan cinsiyet değiştirme ameliyatları, tecavüzler, cinayetler ve daha nelerden geçtikten sonra bir erkeğin sevdiği kadına kavuşması gibi romantik bir finalle son bulan film yarışma filmleri içinde görece iyi bir yer edindi. Tabii Almodovar filmlerinde erkek ve kadın gibi kavramlar hiçbir zaman saf ve net bir içeriğe sahip değillerdir. Bu kez de öyle. “Hara-Kiri: Bir Samuray’ın Ölümü” yarışma filmleri içindeki tek 3 boyutlu filmdi. Takeşi Miike’nin filmi yönetici sınıfın ideolojisinde onur kavramının içinin ne kadar boşaltıldığını gösteren başarılı sayılabilecek ve insanın içini acıtan bir filmdi. Ama sanki Altın Palmiye deyince akla gelecek bir film gibi durmuyordu. Alain Cavalier’nin “Pater”i ise galiba sadece Fransa’da yaşayanlar için çekiciydi. Yarısında çıktığım tek yarışma filmi o oldu. Siz bu yazıyı okuduğunuzda ben Ceylan’ın filmini seyretmeden dönmüş olacağım ama filmin büyük bir ödül kazanma şansının çok yüksek olduğunu tahmin ediyorum.
Ana yarışma dışında da filmler izliyoruz . Belirli Bir Bakış’ta yarışan filmler de ne yazık ki çok doyurucu değillerdi. Romen filmi ‘Loverboy’ yakışıklı genç pezevenklerin dünyasını anlatıyordu ama başarılı değildi. ‘Karamel’le tanıdığımız Nadine Labaki’nin ‘Eee, Şimdi Nereye?’si tatlı, sevimli ve birleştirici bir filmdi ama o kadar…  Cannes’da olmak dünya sinemasının nabzını hissetmek demekse, o nabız çok güçlü atmıyor.

...

Sınıftan kimliklere geçiş

François Ozon düzenli bir şekilde filmler üretiyor. Belli bir seviyenin altına düşmüyor ama belli bir seviyenin üstüne çıkmıyor da. “Kadın İsterse” en azından benim için standart Ozon filmlerinden daha ümit vadeder bir şekilde başladı ama parodi/pastiş tarzı bir süre sonra etkisini yitirdi ve yavanlaştı. 1977’nin bugün bize çok komik gelen giysileri içinde Catherine Deneuve ve Gerard Depardieu’yü seyretmenin yine de belli bir zevki var. Filmin orijinal adı, “zengin kocayla evli kadın” anlamına geliyormuş.
OZON, SINIRLARINI YİNE AŞAMIYOR
Catherine Deneuve aslında kendisi zengin bir babanın kızı ama filmde artık her şeyi kocasına teslim etmiş bir kadın rolünde. Koca ise sevimsiz bir fabrikatör. Sadece işçi düşmanı değil, kadın düşmanı da. Film kadının kocasının iktidarını kendi eline alışına paralel olarak makro boyutta sınıf politikalarından kimlik politikalarına geçişi de anlatıyor. 1977’de Fransız Komünist Partisi, oyların yüzde 20 gibi yüksek bir oranına sahipken bugün bu oran yüzde 2’lere kadar düşmüş.  Depardieu’nün şahsında komünist bir politikacının yerini kadın kimliğiyle politika yapan liberal burjuvalara kaptırmasının da öyküsünü anlatıyor film yani. Kısacası aslında oldukça ilginç bir materyal var ama yüzeyin cazibesinden çıkamayan Ozon kendi sınırlarını yine aşamıyor.

...

Babasının büyük çaresizliği

Sophia Coppola bu kez minimal sanat sinemasının kalıplarına sokmuş filmi. Planlar uzun, kamera statikleşmiş, diyalog az...
‘Başka Bir Yerde’ (Somewhere) adlı yeni filminde Sophia Coppola ‘Lost in Translation’da (“Bir Konuşabilse” diye korkunç bir Türkçe adla oynamıştı) anlattığı hikâyeyi neredeyse aynen yeniden anlatmış. O filmdeki tematik öğeleri hatırlamaya çalışalım. Kadın (kız) ile erkek arasında büyük kuşak farkı vardır. Adam kadının babası olacak yaştadır. Adamın karısını (anne figürünü) görmeyiz. Anne telefonla ulaşılabilen ve duyarsız davranan biridir. Kocasının sorunlarını anlamak ve onu rahatlatmak gibi bir kaygısı yoktur. Diğer kadınların da bir farkları yoktur, hepsi sığ ve fırsatçıdır. Tek dertleri şöhretli biri olan babayla yatmak, onu fetihleri arasına eklemektir. Bu duyarsız ve bayağı kadınlar silsilesinin tek istisnası adamın kızı yaşındaki genç kadındır. Bir tek o adamın sıkıntısını anlar, bir tek o duyarlıdır. Sadece kadınlar değil, yabancılar da sığ ve duyarsızdır. Tek ilgilendikleri adamın pazarlanabilecek olan niteliği, yani şöhretidir. Yabancıların en kötü huylarından biri de yabancı dillerinde konuşmakta ısrar etmeleridir. Kahramanlarımızın o dili anlamadığını bilmelerine rağmen kendi ilkel dillerinde konuşmakta ısrarcıdırlar. Ancak yaşlı adamla genç kadın, bir araya gelemezler.
BU KEZ YOLCULUK İTALYA’YA
Neden bir araya gelemeyeceklerinin cevabı ilk filmde biraz muğlaktı, artık son derece net: Adam ile kadın aslında baba ile kızıdır çünkü. İlk filmde sembolik olan, yeni filmde doğrudan bir niteliğe kavuşmuş durumda. Başta da söylediğim gibi Sophia Coppola’nın sözünü ettiğim iki filmi tamamen aynı öğeleri içeriyor. “Bir Konuşabilse”de kadın ve erkek daha yaşlıydılar ve doğrudan baba ile kızı değildiler. Ama ikilinin yaş farkı “Başka Bir Yerde”nin (BBY) baba ve kızıyla aşağı yukarı aynıydı. İlk filmde olduğu gibi ikilinin temel yaşama mekânları yine oteller ve iki filmde de yabancı bir ülkeye yapılan bir yolculuk var. İlk filmde gidilen ülke Japonya’ydı, bu sefer İtalya. Dolayısıyla anlaşılmayan ilkel yabancı dil Japoncayken şimdi İtalyanca olmuş. Bu mekân değiştirmenin, gurbette olmanın filmlerin melankoli duygusunda önemli bir rolü var. Gurbette olmak yasta olmaya benzer diyordu ‘Ağaç’ın yönetmeni Julie Bertuccelli. Âşıkların birbirlerine kavuşamayacağı belliyse, melankoli duygusu kaçınılmaz.
BBY yani ‘Başka Bir Yerde’ tıpkı BBÇ, yani ‘Bizim Büyük Çaresizliğimiz’ gibi bir kayıpla açılıyor üstelik. Filmin erkek kahramanı, sinema oyuncusu baba (ilk filmde yönetmendi) daha ilk sahnede düşüyor. Düşüşle birlikte fiziksel özgürlüğünü kısmen yitiriyor çünkü kolu kırılıyor. Ama bu fiziksel düşüş ruhsal bir çöküşü de tetikliyor. Adam belki de hayatının tek eğlencesi olan sekse de ilgisini büyük ölçüde yitiriyor. Kadınlardan gelen davetleri sonuna kadar takip etmiyor ya da cinsel etkinliğin tam ortasındayken iki kez uyuyakalıyor. 
İki filmde duyulamayan diyaloglar yaşanıyor baba-kız arasında. Duyulamayan diyaloglar belki de söylenemeyen, söze dökülmesi düzeni yıkabilecek nitelikte olana işaret ediyor. Yani Barış Bıçakçı/Seyfi Teoman’ın “büyük çaresizlik” olarak nitelendirdiği şeye.
Sophia Coppola bu kez minimal sanat sinemasının kalıplarına sokmuş filmini. Yani planlar daha uzamış, kamera daha statikleşmiş, diyalog daha azalmış. Bence hiç yaratıcı değil ve yönetmenin iddiasının aksine bu yöntemle kameranın varlığını değil unutmak bir an bile akıldan çıkarmak mümkün olmuyor (Sight& Sound’a verdiği bir demeçte kameranın varlığının hissedilmemesini hedeflediğini söylemiş Coppola). Eğer seyircinin izlediği kişi çerçevenin dışına çıkıyor ve kamera hareket ederek o kişiyi izlemek yerine sabit kalıyorsa, sanat sinemasının alanında olduğunuzun farkında olmamak mümkün değil çünkü. Kadın düşmanlığı konusuna bir şey daha eklemek istiyorum: Sophia Coppola kadar kadın vücudunu aşağılayan, kadın sevmeyen başka bir yönetmen sanat sineması dünyasında zor bulunur. Eğer erkek olsaydı bence çoktan çarmıha gerilmişti.