Cannes’da uçağa biner gibi olmasa da, birkaç aşamalı bir aramadan geçiliyor filmlere girerken. Para harcamamak için evden sandviç hazırlayıp getirmek artık zor...

Cannes’da uçağa biner gibi olmasa da, birkaç aşamalı bir aramadan geçiliyor filmlere girerken. Para harcamamak için evden sandviç hazırlayıp getirmek artık zor...

Festival sona erdi, ödüller sahiplerini buldu. Festivalde 9 gün geçirip, Nuri Bilge Ceylan’ın filmini seyredemeden neden döndüm? Biletimi aldığımda henüz program açıklanmamıştı ve aldığım bilet diğer seçeneklerden yüzde elli daha ucuzdu. Dönüş tarihimi bir gün uzatmam fiyatı çok artırıyordu ve belirli bir bütçe içinde geziyi tamamlamam gerekiyordu. İki önemli filmi göremedim. Biri malum: “Bir Zamanlar Anadolu’da”. Diğeri ise Paolo Sorrentino’nun “Burası Olmalı” (This Must Be The Place) adlı filmiydi.
Bu iki filmi dışarıda tutarak diğer her şey hakkında bir sohbete başlayalım, o zaman. Cannes Akdeniz kıyısında güzel bir kasaba. Asayiş berkemal, hava mülayim, insanlar genelde uygar ve sıcak, kadınlar özgür; saçım-kıçım göründü dertleri yok, onları rahatsız eden de. Cannes’ın bulunduğu denizin öte yakasında Fransız ve diğer NATO ülkelerinin uçakları Libyalıları öldürüyorsa da bizim bunlarla ilgimiz yok. En fazla dilenen Kuzey Afrikalılarla karşılaşmalarımız bize denizin diğer tarafını hatırlatabilir. Bir de yeni uygulamaya koyulduğunu öğrendiğim güvenlik önlemleri, buradaki barışla, dışarıdaki savaş arasında bir ilişki olduğunu söylüyor. Uçağa biner gibi olmasa da, birkaç aşamalı bir aramadan geçiliyor filmlere girerken. Para harcamamak için evden sandviç hazırlayıp getirmek artık zor. Yakalanırsa el konuluyor. Keza içecek ve fotoğraf makinesi de alınmıyor salonlara. Gerçi uygulama her zaman aynı sıkılıkta olmayabiliyordu.
İnsanlar uygardı derken şunu da eklemek lazım: Lars von Trier’in filmi “Melankoli”ye girerken nerdeyse eziliyordum, canım acıdı çünkü arkadan iten kitle ile güvenlik barikatı arasında sıkıştım. Evet, sabahın sekiz buçuğunda filme girmek için böyle işkenceler çektik. Von Trier demişken, skandallara da giriş yapalım. Cannes ile “Danimarkalı faşizan yönetmen” veya “anti-semitik” lafları biraraya gelince herkesin aklına Von Trier gelecek ama benim aklıma başka isimler geliyor daha önce. Mesele Mel Gibson da festivaldeydi ki kendisi harbi faşodur, harbi Yahudi düşmanıdır. İstenmeyen adam filan değildi Gibson Cannes’da, Jodi Foster’ın son filminin (The Beaver-Kunduz) oyuncusuydu ve krallar gibi ilgi gördü. Hadi Gibson’ı geçtik, en iyi yönetmen seçilen Nicolas Winding Refn’in filmi “Drive”a (Sür) ne demeli? Refn vatandaşı Von Trier gibi bütün savunma duvarlarını indirip, abuk sabuk konuşmadı kamuoyu önünde. Yaptığı filmle şiddeti yüceltti, yalnız ve kahraman birey mitine katkısını yaptı ve en iyi yönetmen oluverdi. Yaptığı film bence faşizan öğeler içeriyordu ama kimin umurunda? Hatta kim farkında? Filmi seyrettikten sonra içimde Danimarka karşıtı bir şeyler oluştuğunu dehşetle görüp, kendime geldim. Bu arada Lars von Trier’in, Susanne Bier (“Daha İyi Bir Dünyada” filminin Danimarkalı, Oscar ödüllü yönetmeni) düşmanlığını paylaştığımı da belirtmeliyim. Trier basın toplantısında onun hakkında da atıp, tutmuştu. Bier, Refn ve Trier arasında seçmek zorunda kalsam, Trier’i seçerim. Trier, oyuncuları çıplak sahnelerde rahatlasın diye, sette kendisi de soyunan, sınır koyma soyma sorunları yaşayan, çok problemli biri. Ama her şeyiyle kabak gibi ortada duruyor.

İMPARATOR ÜLKEDEN ENTERESAN ŞİKÂYET
Bir acayip açıklama da film festivalinde “The Big Fix” (Büyük Ayar) adlı belgeseli gösterilen Peter Fonda’dan geldi. Fonda Türk vatandaşı olsaydı, şimdi kesin Silivri’deydi. Fonda’nın filmi, çöken petrol platformu ve BP ile ilgiliydi. Fonda iddiasına göre Barack Obama’ya bir e-mail göndermiş ve başkana “.iktiğimin vatan haini” (fucking traitor) diye hitap etmişti. Peter Fonda başkana böyle demesini de gayet ulusalcı bir söylemle açıklıyordu. Fonda’ya göre Obama, yabancıların çizmelerinin Amerikan topraklarını çiğnemesine ve Amerikan ordusu ile halkına ne yapıp ne yapmayacağını söylemesine müsaade etmişti. Yabancı çizmelerle kasıt Britanyalı BP şirketinin temsilcileri, sahipleri oluyor, bu örnekte. İmparator ülkeden böyle emperyalizm şikâyetleri çıkması enteresan. Fonda’nın kapitalizmi dert edip etmediğini ise öğrenemedim. Sinemanın en eski asilerindendir kendisi, “Born To Be Wild” şarkısı eşliğinde karşı-kültürün efsane filmi “Easy Rider”da motosiklet sürmüştür ama bunlar adamı sosyalist yapmıyor.

YANLIŞ OLAN TARAF GÜNAY VE ŞÜREKÂSI
Peki Nuri Bilge Ceylan’a ödülünü takdim eden Emir Kusturica’ya ne diyeceğiz. Bizim Kültür Bakanı, “bırakınız yıksınlar, bırakınız yasaklasınlarcı” Ertuğrul Günay’ın ve yandaş medyanın Bursa’da bir güzel ağırladıktan sonra, Antalya’dan “ırkçı” olduğu gerekçesiyle kıçına teneke bağlayıp kovduğu Kusturica’nın Ceylan’a ödül veriyor olması ne acayip bir durum? Ödülü alan Semih Kaplanoğlu olsaydı ne olacaktı? (Kaplanoğlu, Kusturica’yı şiddetle protesto etmişti). Bu olmayacak bir durum değil, Kaplanoğlu da Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı almış bir yönetmen. Olur mu, olur! Kusturica’nın iddia edildiği gibi bir ırkçı olduğuna dair ben bir belge bulamamıştım ama sonunda iddialara inanır hale de gelmiştim. Cannes’ın ünlü yönetmeni şereflendirmesi, ona Belirli Bir Bakış Yarışması’nın jüri başkanlığını vermesi onların da bu belgelerin varlığından haberdar olmadığı anlamına gelebileceği gibi bir çifte standarda da işaret edebilir.  Ama bu durumda bana yanlış olan taraf Günay ve şürekası gibi geliyor. Kusturica iddia edildiği gibi bir Sırp faşisti olsa, herhalde bunu bir tek biz bilmezdik.  Ayrıca kimin faşizme ne kadar duyarlı olduğu da belli.
TRIER’E KIZMAKTAN ÇOK ACIYORUM
Von Trier’e dönersek, adamın söyledikleri kendisini ve çevresini küçük düşürerek insanları eğlendirmeye çalışmasının tipik bir örneğiydi. Ve basın toplantısındaki gazeteciler eğleniyorlardı da. Trier o kadar salakça bir söylem tutturmuştu ki…  Sürekli belden aşağı espriler yapıyor, Charlotte Gainsbourg ve Kirsten Dunst’u zor duruma düşürüyordu ama insanlar eğleniyorlardı. Trier’e göre Gainsbourg bu filmde de illa bir mastürbasyon sahnesi olsun diye tutturmuştu. Sonunda bu sahneyi çekmişlerdi ama filme koymamışlardı. Dunst da çırılçıplak soyunmak konusunda çok istekliydi. Hatta bir sonraki filmleri hard-core bir porno olacaktı ve bu iki kadın yıldız oynayacaklardı. Gainsbourg sonuçta Serge Gainsbourg’un Fransa vatandaşı kızı, böyle salaklıkları kaldırır ama Kirsten Dunst’un zor dayandığını tahmin edebiliyorum. Trier her şeyi söyleyebilirdi ama hem “İsrail bir baş belası” hem de “ben bir Nazi’yim” diyince zurna zırt dedi. Trier’e kızmamak mümkün değil ama ben daha çok acıyorum galiba.
Birinci gelen film de bence iyi bir seçim değildi. Şunu önce bir kenara yazmakta yarar var. Elbette ki bütün yarışma filmlerinin güçlü sanatsal yönleri var. Faşizanlıkla suçladığım “Drive”ın (Sür) araba sahneleri nefis. Malick’in “Hayat Ağacı” da nefis sahneler içeriyor. Ama benim Malick’e göre İncil’e ya da yaradılışçı bir evrim belgeseli seyretmeye ihtiyacım yok. Birbiriyle iç içe geçemeyen, dağınık ve son derece dindar bir filmdi Malick’inki. Ama sabahın köründe, en ön sıranın en köşesinden seyrettiğim bu filmi elbette daha sakin bir ortamda seyretmeyi isterim.
Peki Jüri Ödülü alan “Polisse” filminin polis aşkına ne demeli? Çocuk Koruma masasında çalışan insanlara elbette sempati duyuyorsunuz ama filmin polis sempatisi bende antipati yarattı. Dardenne Kardeşler’in “Bisikletli Velet”ine verilen Büyük Ödül ile Joseph Cedar’ın “Dipnot”una verilen senaryo ödülüne tamamen katılıyorum. En iyi erkek oyuncuya ise itirazım var çünkü Jean Dujardin’in oynadığı “Artist” yarışmalık bir film değildi. Hoştu ama tamamen boştu. İngilizce ya da Fransızca konuşulan filmlerin daha çok ödül aldığı bir festivaldi. Anlatacak daha çok şey var ama şimdilik bu kadar.