Çay mı Demlesem, Evi Başına mı Yıksam: Bahar
Zehra ÇELENK - Yazar
TV dünyamızda yıllardır bir “güçlü kadın hikayesi” sözü dolaşır durur. Bu kalıbın akla getirdiği şey, kurban, şeytan, kutsal anne stereotiplerinin dışına çıkan, kendi amaçları, hedefleri olan ve erkek egemen bir dünyaya türlü açılardan karşı durabilen kadın karakterler. Ama elbette böyle bir karakter aynı zamanda güçlü bir hikayenin başat karakteri olarak kurulmazsa ya da kadın karakterler dönüp dolaşıp aynı stereotiplere dönüşerek yolculuğunu tamamlarsa ortaya çıkan şey güçlü kadın değil, kadın hikayesi bile olmuyor.
İşte son zamanlarda bu stereotipleri sarsan, kıran örneklere giderek daha sık rastlamaya başladık. “Bu hikayelerin hayata geçirilmesine” demek daha doğru. Çünkü salt yazarın yazmasıyla olmuyor; yapımcılar ve kanallar bu hikayelere inanırsa ve devamında da yönetmeninden oyuncusuna böyle bir dünyaya uygun iyi bir yapı kurulursa, oluyor. TV hikayeleri gökten zembille inmiyor. Türden, kültürden ve gündelik gerçeklikten beslenerek ortaya çıkıyor.
Tüm baskıcı, mu-hafazakâr atmosfere rağmen kadın hareketi hiç havlu atmadı. Bununla beraber toplumun her kesiminden kadınlar da kendi haklarını aramak ve hayatlarına sahip çıkmak konusunda artık çok daha bilinçli. Ve sonunda bu açıdan gerçekliğin epey gerisinde kalan TV dizilerinde de daha iyi kadın hikayeleri karşımıza çıkar oldu. İkinci sezonu itibarıyla maalesef bu açıdan kan kaybetse de “Kızılcık Şerbeti” bunun önemli bir örneği oldu. Tam bir “kentli kadının uyanış hikayesi” olan “Bahar”sa 8 Mart’a, bahara yaklaşırken gelip kalplere ve reytinglere taht kurdu.
Demet Evgar’ın her zamanki farklı ve müthiş enerjisiyle canlandırdığı ana kadın karakterin adını taşıyan “Bahar”, “eş/kutsal anne” ikiliğine hapsolmuş bir kadın, hikâyenin başlangıcın-da. Evinin kadını, çocuklarının anası olmak için, tıp eğitimi gördüğü halde 20 yıldır mesleğini yapmamış. 40’larının ortalarında çok da güzel bir kadınken eşlik, annelik rollerinin gölgesinde. Hayalleri gibi dişiliğinden de büyük ölçüde vazgeçmiş.
Son zamanlarda yaşam koçlarından, astrologlara, influencerlara dek, benim “mutsuzluk sektörü” diye adlandırdığım devasa bir alanda “dişil enerji” en popüler kavramlardan biri halini aldı. Tek tük farklı örneklerine rastlansa da, insanların giderek zorlaşan yaşam koşullarındaki mutluluk ve anlam arayışlarına çoğunlukla son derece muhafazakar reçeteler sunan, suistimale çok yatkın alanlar bunlar. “Dişil enerji” başlığı altında da aslında bin yılların toplumsal cinsiyet örüntüleri yeniden inşa ediliyor: Kadın daima idareci, minnoş, ponçik olmalı ama aynı zamanda daima güzel ve gereğinde (tabii kocası için) seksi de olmalı. Kariyer odaklı değil evinin kadını olmalı, yalnızca kocasını değil onun ailesini de idare edebilmeli, çocukları için her fedakarlığı göze almalı. İlişkiler ancak böyle yürür, kadınlar erkekleştiği için erkekler de dişilleşti gibi, kadınların başarılı ama yalnız olma korkularını daima canlı tutmaya çalışan çok bildik ezberler… 8 Mart’a giderken İstanbul Üniversitesi’nden bir grup pırıl pırıl kadınla yaptığım söyleşide iyice net hissettiğim biçimde, her yaştan kadınlar arasında bu söylemlere isyan eden de çok.
“Bahar” işte bu söyleme, elbette ana akım için üretilmiş bir popüler anlatı evreninde başkaldıran bir karakter. Bir kere eşinin bir “ihaneti” nedeniyle kurban ya da mağdur rolünden bir çırpıda sıyrılıyor: Yıllarını adadığı, uğruna kariyerinden hatta kendinden vazgeçtiği adamın bir ölüm kalım anında bile uygun donör olduğu halde karaciğerine kıyamaması Bahar’ı uyandırıyor. Yakışıklı ve modern cerrah Evren’in (Buğra Gülsoy) desteğiyle bir başka uygun donör bulunup hayatı kurtulunca tam bir ana kuzusu, güç delisi narsisistik manipülatör olan kocası Timur’a (Mehmet Yılmaz Ak) hem gerçek hem de metaforik anlamıyla basıyor tokadı. Akabinde yıllardır vazgeçtiği mesleğine, doktorluğa kocasının ve yıllardır bir “yasak aşk” yaşadığı Rengin’in (Ecem Özkaya) tüm çelmelerine rağmen asistan olarak hastaneye geri dönüyor. Ve bu arada yıllardır ataerkil örüntülere en uygun biçimde kendisini kullanan kayınvalidesine (Hatice Aslan) de, yavaş yavaş kocasına da, gerekli her yere kendi üslubunda isyan bayrağını çekiyor.
Dizinin çok sık sözü geçmeyen en cesur yanlarından biri de, 40’larındaki, güzel ama kendi halinde bir kadının hastanenin karizmatik cerrahının yanı sıra (gerçek hayatta sık rastlanan, dizi-erde ise neredeyse tabu düzeyinde es geçilen bir durum olarak) hastanedeki genç asistanların da başını döndürmesi. Dizilerde fiziğinden, müziğinden de bağımsız biçimde, ünlü aktörlerin etrafa söz incileri saçarak her yaştan kadını kendine aşık etmesi alışılmış bir durumken bir kadının kendinden birkaç yaş küçük bir erkek karakterle birlikteliği bile (Ömer örneği) olay oluyor, malum.
Dizinin kendi tür ve iddiası içinde gelişmesini arzu ettiğim kısımlarından biri “öteki kadın” Rengin’in de “sıfır empatili, kariyerist, yuva yıkıcı cadı” temsilinden bir parça daha renklenerek, karakteri derinleştirilerek ayrılması…
“Bahar”ın özellikle kadın izleyiciler tarafından bu kadar içtenlikle sahiplenilmesinin bir yanı da bu toplumdaki çoğu kadına “aynı ben” dedirtecek özellikleri tabii. İsyanında bile daima barışçıl ve idareci olmasının yanı sıra sakarlıkları, tez canlılığı, anaçlığıyla da “dişil enerji” diye öğretilen toplumsal cinsiyet kodlarınının çoğunu barındırıyor Bahar. Ancak bunun hem toplum çoğunluğu açısından gerçekçi bir yanı olduğundan hem de yukarıda bahsettiğim türden “kırılma anları” nedeniyle öncü bir karakter halini de alıyor. Bahar’ın ve tüm kadınların kendinden ve haklarından taviz vermeden çiçeklenerek açmayı sürdürmesi dileğiyle. 8 Mart kutlu olsun.