Google Play Store
App Store

BirGün Pazar’a konuşan Yüksel Aksu “biyografinin beslendiği şey de dönemin siyasal, kültürel ideolojik iklimi, aynı zamanda kadim kültürel ikliminden de beslenen, inanılmaz entelektüel bir isim. Şimdi Cem Karaca’yı çektiğiniz zaman; Cem Karaca’nın sürgünü var, kurşunlanmış, bombalanmış konserleri var, tehdit telefonları, tehdit mektupları var” diyor.

Cem Karaca’nın Gözyaşları filminin Yönetmeni Yüksel Aksu: “Biyografi tarihsel okumadır”

Emine Uçar İlbuğa

Yüksel Aksu Dondurmam Gaymak, İftarlık Gazoz, Entel Köy Efeköy’e Karşı gibi dram/komedi tarzında filmleriyle daha çok tanınan bir yönetmen.

Geçen hafta ise yeni filmi Cem Karaca’nın Gözyaşları vizyona girdi.

Biz de yönetmen Yüksel Aksu ile yeni filmi ve bu filmin çekim sürecine dair söyleştik.

Cem Karaca’nın yaşamını merkeze alan bu filmi çekme fikri ve bu sürecin filme alınma hikâyesi nasıl oluştu? Filmin ön hazırlığı konusunda ne söylemek istersiniz? 
Sorunuzda bahsettiğiniz filmler benim tanıklıklarım, beni özgün ve özel kılan anıların toplamı ya da benim geliştirdiğim hikâyelerin resmedilişi. Ben aynı zamanda teknisyen yönetmenim, yani başkalarının metinlerini ele alarak birçok dizi çekmiş biriyim. Dolayısıyla bana önerilmiş herhangi bir senaryoyu veya içeriği sinemaya aktarabilirim. Cem Karaca benim kendi biyografimde de önemli biri. Çocukken Karaca’nın “Namus Belası” ya da “Beyaz Atlı Şimdi Geçti Buradan” şarkıları radyoda çaldığı zaman herkes toplaşır, hayranlıkla dinlerlerdi. Batı müziği ile beni gerçek anlamda tanıştıran Cem Karaca’dır. Çocukluğumda hayran olduğum, şarkılarını müsamerelerde söylediğim bir müzisyen, ilk gençlik yıllarımda da tamamıyla hayranı olduğum ve dinleyip çok etkilendiğim bir müzisyen. Aynı zamanda sanat serüvenimde de özel bir yere sahip; bir şeyin hem yerel, hem ulusal, hem evrensel olabileceğinin kanıtı olarak bende etki yaratmış biri. Dolayısıyla Cem Karaca’nın biyografisi aynı zamanda benim de biyografimin bir parçası sayılır. Bu nedenle bazı sahneler hayatına sadakatsizlik yapmadan benim de kurmaca olarak katıldığım sahneler. Anadolu Rock dediğimiz şey hem dünyanın her yerinde dinlenip, beğenilip hem de tarlalarda, fabrikalarda, üniversite kampüslerinde beğeni toplamış bir tür. Bu bir paradigma; dolayısıyla onun sanatsal duruşunu, yolculuğunu yeni kuşaklara aktarmak istediğim için heyecanla bu filmi çekmeyi kabul ettim.

Cem Karaca’nın Gözyaşları filmi biyografi türünde ama Türkiye’nin hem siyasi tarihini hem Anadolu Rock müziğinin tarihi gelişimini Cem Karaca’nın dünyasından ortaya koyan bir film. Tek bir konu ile sınırlı olmayan Türkiye’nin bugüne gelişine etki eden o zorlu süreçte filmde çok özlü bir şekilde ortaya konmuş. Bu denli kapsamlı ve Cem Karaca gibi kült bir ismin hikâyesini sinemaya taşımak nasıl oldu?
Özü şu; aldığınız biyografinin beslendiği şey de dönemin siyasal, kültürel ideolojik iklimi, aynı zamanda kadim kültürel ikliminden de beslenen, inanılmaz entelektüel bir isim. Şimdi Cem Karaca’yı çektiğiniz zaman; Cem Karaca’nın sürgünü var, kurşunlanmış, bombalanmış konserleri var, tehdit telefonları, tehdit mektupları var. Filmin bazı yerlerinde bahsettiğim şeylerin geçmesine sevindim çünkü Türkiye’nin 1960’lardan 80’lere kadar uzanan sürecinin yeniden okunmasını düşünenlerden birisiyim. Kentten Anadolu’ya uzanan yani Bakırköy gibi bir metropolden, yüksek elit bir aileden, burjuva kültürü içerisinden çıkmış bir Cem Karaca Robert Koleji mezunu olarak Rock’n Roll yaparken, Anadolu Rock’ı inşa ediyor, bunların yurtseverlikleri, diğerkâmlıkları, kadim bilgilerin ve hikmetlerin peşinde koşmaları, aynı zamanda Türkiye’nin de siyasal tarihi. Cem Karaca bu dönemin en önemli fenomenlerinden birisiydi. Cem Karaca’da aşk, tabiat ve kavgaya, Pir Sultan Abdal, Dadaloğlu geleneğine yaslanan bir damar olduğunu düşünüyorum. Aynı zamanda dünyada 68’in etkisiyle Carlos Santana’dan tutun Beat kuşağının cazına, Rock’ına, Pink Floyd’lara kadar genel olarak bir devrimci iklim vardı. Cem Karaca da bunların en önemli figürlerinden birisi ve filmde bunları anlatmaya çalıştık.

Filmin danışmanlığını Emrah Karaca yaptı ve senaryosunu Onur Böber ile Özden Uçar yazdı. Siz yönetmen olarak filmin senaryosunda değişiklikler ve eklemeler yaptınız mı? Yoksa senaryoya tamamen bağlı kalarak mı çektiniz? 
Senaryoya önemli ölçüde dahil oldum, bilhassa tretmanın konstrüksiyonuna, bizatihi şarkıların gerek kronolojik gerekse duygusal anlamdaki sıralamasına dahil oldum. Cem Karaca ve Emrah’ın mektuplarını ilk okuduğumda filmin önemli odaklarından birisinin bunların olması gerektiğini düşündüm. Çünkü tragedya, trajik olan şey bazen failler üzerinden değil de faillerinin arkasındakilerden anlatılır. Mesela ilk gün, ilk sahne çekimine tesadüfen Emrah geldi, sokakta top oynarken çocukların senin baban vatan hani dedikleri ve bir itiş kakışın yaşandığı bu sahneyi çekerken monitörden baktım Emrah’ın gözleri dolmuş. Bu benim için inanılmaz bir andı, çok etkilendim. Dolayısıyla böylesi dönemleri çocukların gözünden anlatmak daha değerli bir şey.

Filmde oyuncu seçiminiz nasıl oldu? Cem Karaca’yı canlandıran İsmail Hacıoğlu çok içten bir oyunculuk ortaya koymuş. Yürüyüşünden, konuşma tarzına, el hareketlerinden, konserlerdeki canlı performansına kadar. Zaman zaman yakın çekimlerde dahi İsmail Hacıoğlu değil Cem Karaca kendi yaşamını canlandırıyor hissiyatı yaratan bu gerçekçiliği yakalamanızı sadece makyaj ve kostümle açıklamak mümkün değil. Fikret Kuşkan’nın Mehmet Karaca, Yasemin Yalçın’ın Toto Karaca’yı duygusal olarak izleyici ile bu denli yakınlaştırmaları da keza öyle. Oyuncular rollerine ön hazırlık yaptılar mı? Bu süreç nasıl işledi? 
Tabii bunlar sizin takdirleriniz, genel olarak buna benzer övgüler alıyor oyuncularımız, dolayısıyla ben de alıyorum. Benim iddialı olduğum en önemli şeylerden birisi oyuncu yönetimidir. Bu konuda fena olmayan bir tedrisattan geçtim. Daha çocuk yaşlardayken tiyatroya girdim, devlet tiyatrolarında figüranlıktan özel tiyatrolarda başrol oyunculuğuna kadar bir sahne deneyimim var. Ama bununla kalmadı, sinemaya dahil oldum, bununla da kalmadı oynama ve oyun üzerine kuramsal metinlerle üniversite yıllarımda çalıştım ve hâlâ uğraşıyorum. Yani insanı oynayan bir varlık olarak tanımlayan Huizinga’ya ve oyunun hayatta ve muhtelif yerlere dağılımıyla ilgili Mehmet Ali Alabora ile de çok kafa yorduk. 90’lı yılların sonlarına doğru Agon Tiyatro dergisi etrafında toplanan Ankara Dil Tarih-Coğrafya Fakültesi’nden arkadaşlarımızla bu konuda birlikte çalıştık.

Yasemin Yalçın’a geleceğim. Yasemince dizisi benim ilk profesyonel yönetmenliğim ve onunla uzun bölümler çektim ve ona o yıllarda ne kadar Brechtiyen olduğunu, ne kadar tuluat olduğunu, bunun çok kıymetli bir şey olduğunu ve bir kadın komedyenin kolay bulunamayacağını bin yılda bir geleceği üzerine konuşurduk. Bakhalar Euripides, Lysistrata Aristophanes metinleri okumuş ve oynamıştım. Fikret Kuşkan ise daha üniversite öğrencisiyken hayranı olduğum bir oyuncu. Fikret zaten ben öğrenciyken stardı. Otuz yıl önce daha stajer asistan iken tanıştık ve arkadaş olduk. İsmail’in oyunculuğuna ise uzaktan bayılırdım ama bu kadar iyi olacağını açıkçası ben de bilmiyordum.

Bu bahsettiğim literatürden yola çıkarak İsmail ile önce bir gestus’u konuştuk, çalışma metodolojisini konuştuk. İsmail insiyaki olarak çok yetenekli ama aynı zamanda çalışma metodolojisi de iyi bir oyuncu. Önce sesi, sonra beden dilini, jestleri ve mimikleri, bunları taklide düşmeden aktarmayı konuştuk. Cem Karaca’yı Cem Karaca yapan sesin, beslendiği kaynağı, Anadolu Rock ve protest müziği, 60’ların siyasal düşünsel iklimini, 70’lerin arbedesini ve buralardan çıkacak siyasal melodramlar gibi muhtelif şeyleri uzun uzun konuştuk, hatta ben şarkıları playback yapmayı düşünüyordum, Bohemian Rhapsody’deki tekniği uygulayarak. İsmail “bana müsaade et bir kere ben bir çalışayım, ben söylemek istiyorum” dedi. Bir ay sonra ilk kaydı yaptı, Shazam’a tuttuk ses Cem Karaca çıktı, provada arkadaşlara dinlettim kimse bu Cem Karaca değil demedi, bizzat Emrah Karaca’nın kendisi de anlamadı, hal böyle olunca İsmail şarkıları seslendirdi. Çünkü sesle beden ahengi de oyunu besleyen bir şey, o sesi buldu, sesi bulunca bedeni de buldu, bedeni bulunca duruşu da buldu. Bunlarla ilgili ön çalışmalar yaptık.

Yasemin’in yüzündeki anlam komediyle trajediyi bir arada barındırır. Mesela Kakılmış tiplemesini biz ne kadar komik bir tipleme olarak bilsek de aslında trajik bir tiplemedir. Dolayısıyla komedi oyuncusu olarak, grotesk oyuncu olarak yer yer meddahlık tekniğini de kullanan Yasemin’i böyle bir dramatik rolde oynatmak onda saklı olan trajik potansiyeli keşfetmek kendime de bir sınav olacaktı. Ben komikten keder çıkartmayı seviyorum, kendim de biraz öyleyim... Oyunculuğun bireysel metot olduğu kadar kolektif bir metot olması gerektiğine inanıyorum. Yani bir proje etrafında ortak duyuş, duygulanım ve uyum ansamble olduğuna inanıyorum. Bu bakımdan sete çıkmadan önce karakterler, tipler, senaryo ve sahneler üzerine topluca masa başı çalışmasına zaman ayırmaya çalışan biriyim.

Cem Kaya’nın Aşk, Mark ve Ölüm belgeselinde Cem Karaca Almanya’da Die Kanaken grubu ile müzik yapıyor, ilk dönem diğer göçmen müzisyenlerden farklı olarak Alman ulusal televizyon kanallarına çıkıyor ve aksansız bir Almanca ile kendini çok iyi ifade ediyor. Ama biz filmde bu bölümü göremiyoruz. Filmde Cem Karaca yalnız ve alkole sığınan bir sürgün olarak öne çıkarılıyor. Bu Cem Karaca’nın Türkiye’ye olan özlemi ve dönme isteğine vurgu yapmak için özel bir tercih miydi?
Birincisi yerim dardı, ikincisi bir filme sığamayacak kadar uzun bir ömür, üçüncüsü Almanya süreci neredeyse tek başına bir şey ve çok pahalı bir etap. Ama şu an bile filmin süresi 120 dakika ve piyasa koşullarında ortak akılla bir eser çıkartmak durumundasınız. Yani şahsımın yapımcısı ve senaristi olduğu bir şey olsaydı belki biraz daha subjektif alanlara yüklenebilirdim. Mesela 1968’de Avrupa’yı sarstıkları konserleri var, 1980’lerde Die Kanaken grubu ile; Günter Wallraff’ın En Alttakiler adlı romanı gibi etki yaratacak, göçmen politikalarını etkileyecek çalışmaları var. Ama dediğim gibi; “sinemada düşler sınırsız olanaklar sınırlı” dolayısıyla hepsini yetiştiremedim.

Atilla Dorsay filmi izledikten sonra “Yüksel Aksu’nun Cem Karaca’nın Gözyaşları filmi, biyografi dalında son dönemde çekilen en iyi film” değerlendirmesini yaptı. Bu film çok zorlu bir karakter, çok güçlü bir müzisyen ve Türkiye’nin siyasi tarihinden önemli derecede etkilenmiş bir isim olan Cem Karaca’yı bugüne taşıyan bir film. 26 Ocak’ta gösterime girdi ve ilk haftada 75 bini aşan bir izleyiciye ulaştı. Ancak filmin gösterime ilk girdiği gün son eşi tarafından başlatılan hukuki süreç ve filmin gösterimden kaldırılacağı yönündeki haberler ve tartışmalar, Cem Karaca’nın hayatı, filmdeki oyunculuklar, sinematografik stil gibi film üzerinden yürütülen değerlendirmeleri ilk günden kesintiye uğrattı. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? 
Birincisi üzüntüyle karşılıyorum. Bir eser meydana getirmişsiniz ve bunun içeriğiyle, estetiğiyle etikasıyla konuşulması yerine magazinle ve ailevi meselelerle konuşuluyor olması benim için çok hicap verici, üzüntü verici bir şey ve hukuki bir problem olduğunu, hukuk tekniği açısından bir sorun olduğunu hatta olacağını da düşünmüyorum. Çünkü hanımefendinin evliliği 2000’lerde, benim filmim ise 1955’lerde başlayan ve 1987’de biten bir öykü. Mesela başka evlilikleri de var. Ama biz ona da giremedik. Benim odaklandığım şey Cem Karaca’nın Türk ve Dünya müzik tarihinde yarattığı etki ve değer idi. Evet bir biyografi yaparken elbette evliliklerine, boşanmalarına, hasretlerine, acılarına, tasarılarına girebildiğimiz kadar gideceğiz, ama asıl meselem o değildi. Ama üzülüyorum çünkü bu filmle Anadolu Rock’ın konuşulması gerektiği, bu müzik akımının konuşulması gerektiği bir yerde Erzurumlu Emrah’ın, Dadaloğlu’nun halk edebiyatı ve Anadolu Rock arasındaki ilişkilerin tartışılması gerektiği bir dönemde, hatta 12 Eylül’de şarkı ve türkü söyleyen bir müzisyenin vatandaşlıktan çıkarılmasının saçmalığının konuşulması gerektiği bir yerde, filmin bu tartışmanın içinde olması üzüntü verici. Çünkü kendi adıma Cem Karaca’nın yeni kuşaklara aktarılmasının tarihsel bir görev olduğunu düşünüyorum. Bugün ben bir sinemacı olarak kıymet görüyorsam bu insanlardan feyz aldığım ve beslendiğim için borçlu olduğumu hissediyorum. Sadece üniversitedeki derslerle sanatçı olunmuyor, bunları dinleyerek bunları seyrederek bunları takip ederek, denedikleri yöntemleri kendine nakşederek, dolayısıyla bu tarihsel mirasa sadece yönetmen olarak değil, bir yurtsever olarak da bakıyorum. Cem Karaca’nın biyografisini çekiyorsam onun tarihsel arka planına, eksikleri, yoksunlukları ve acılarına da bakarım, yani biyografi benim için bir tarihsel okumadır. Filmde onun dekorunu vermezseniz ortaya iyi bir şey çıkmaz diye düşünenlerdenim.