Tahir’in hayatı ve ölümü bu üç “şey”in içinde örülmüştür ve biz ancak bu örgüyü anladığımızda, tıpkı Hrant cinayeti” gibi “milli cinayet”imizle yüzleşebileceğiz…

Cennetten kopup dosdoğruca cehenneme düşen çocuklar ve Tahir Elçi

ORHAN GAZİ ERTEKİN*

Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi, postmodern bir cinayet ile öldürüldü. Tarihi binaların tahrip edilmesine karşı hemen her gün yaptığı basın açıklamalarından birisini yaptığı esnada biraz ötesinde çıkan bir çatışma, ancak absürd filmlerde rastlanacak sahnelerle ilerleyerek Başkan Elçi’ye ensesinden saplanan bir kurşun ile son buldu. Kameralar, sivil polislerin pek “garip” silah kullanma biçimlerini kayda alırken devlet gene masum olduğunun garantisini veriyordu hepimize…

Şöyle bir bakalım: Tahir, bu olayda çok tanıdık! Ateşin üstünde yürüyen derviş misali! Polisler de tanıdık! Devlet de tabii ki bildiğimiz devlet! Tabii ki yaşananların başından sonuna kadar tuhaf olduğunu düşünebiliriz. Ama zaten Kürt coğrafyasında yaşanan her şey tuhaftır ve bizzat Tahir Elçi’nin hayatı ve ölümü bu tuhaflığın arkasındaki derin gerçekleri açığa çıkartacak ve katili ifşa edecek kadar berrak bir haldedir. Uzatmadan söyleyeceğim. Şu üç şey bize Tahir’i, Tahir’in öldürülmesini ve bu devleti ve devletin Tahir’in öldürülmesine tepkisini açıklıkla anlamamıza imkan verecektir: Birinci nokta Türkiye’de “insan”ın ve “insan hakları mücadelesi”nin kaderiyle alakalıdır. İkincisi Hukuk ve yargı mücadelesinin kaderine dairdir ve üçüncü olarak da tabii ki Kürdün kaderiyle ilgilidir. Tahir’in hayatı ve ölümü bu üç “şey”in içinde örülmüştür ve biz ancak bu örgüyü anladığımızda, tıpkı Hrant cinayeti” gibi “milli cinayet”imizle yüzleşebileceğiz…

Hak mücadelesi

Tahir, hak mücadelesine inanmış bir hukukçuydu. ilk gençlik yıllarından itibaren yükselen politik mücadelesinde kendine mahsus bir dil ve üslup yaratmayı başarabilmiş, etrafında yaygın bir samimiyet yaratmıştı. Evet, bunu diyen herkes haklıdır: Onda bir “Hrant Kumaşı” vardı. Tıpkı Hrant gibi, devrimci geçmişinden liberal-özgürlükçü aktivizme uzanan hayatını büyük bir tutarlılık ve tevazu ile taşıma başarısını göstermişti. Daha üniversitedeyken devletin baskılarına karşı yapılan protesto eylemlerine katılmış ve Hanefi Avcı tarafından sorgulanmıştı. Avcı’nın “Simon bir günde konuştu. Sen hala konuşmuyorsun!” diyerek nasıl öfkelendiğini anlatmıştı, biraz hüzün biraz gururla. Hukuk Fakültesinden mezuniyet sonrası Avukatlık süreci de onu yine ölümle burun buruna bir hayata mahkum etmişti. 1990’lardan itibaren yaşanan faili meçhul cinayetlerin neredeyse tümünü takip eden nadir avukatlardandı. Defalarca tehdit aldı. Ama o şaşırtıcı bir sükunet ile işini yapmaya devam etti. Ölümle her karşılaştığı anı sadelik ve tevazu ile yaşamayı sürdürüyordu. Onca ölüm tehlikesi yaşadıktan, onca kan ve ateş gördükten sonra bile devleti “barış”a ve vaat ettiği “hukuk düzeni”ne riayet etmeye çağırıyor, bunda ısrar ediyor ve ısrar etmeye de devam ediyordu. Onun hayatı kadar ölüm “sahnesi”nin oe buradan itibaren anlaşılabileceği gerçeğine dikkat gösterelim lütfen. Bizzat Tahir’in takip ettiği-Cemal Temizöz Davası vb.- faili meçhul davalarda olduğu üzere Türkiye devleti, politik cinayetler konusunda bugüne kadar hiç sorumluluk hissetmediği gibi ısrarlı bir masumiyet talep etmekten vaz geçmezken bu kez de Tahir Cinayetinde ileri sürmekten hiç geri durmuyordu. Herkesin önünde yaşanan bir cinayete sadece “Ben öldürmedim” demekle yetinen bir devletten söz ediyorum. Bu durum, Türkiye Devletinin, geçmişte de çok iyi bildiğimiz ve yaşadığımız üzere, gerçekte bir “devlet” olmaktan daimi olarak vaz geçtiğinin de itirafıydı sadece. Çünkü, Türkiye’de devlet, sadece cinayetlerden değil “hiçbir şeyden” sorumlu değildi esasında…

Hukuk ve adalet mücadelesi

Tahir’in hayatı ve ölümünün hukuk ve yargı ile alakasına gelelim şimdi de. Tahir, hukuk ve adalet mücadelesi açısından da çok önemli ve bizim için öğretici bir tecrübe yaşadı. Takip ettiği ve artık herkesin pek iyi bildiği davaları bir yana bırakırsak “terörizm” meselesinde açtığı güncel tartışma kesinlikle tarihi niteliktedir. Tahir “PKK terör örgütü değildir. Siyasi bir harekettir” derken, hem evrensel dünyanın hem de Türkiye yargı ve hukuk tarihinin en ciddi hukuk tartışmalarından birisini yaptığının farkındaydı. 1960’lardan sonra, hukuk ve yargı, egemen devletlerin müdahaleleri ile sıradan bir “güvenlik” ve “önlem” aracına dönüşmüştü ve buna karşı köklü bir mücadele cephesi oluşturulmasına ihtiyaç duyuluyordu. Tahir, bu noktada, terör ve şiddet nezdinde, hukuk ve yargı tartışmasını “önlem”ler bağlamından “sebep”ler bağlamına taşıma çağrısı ile öne çıktı. Güvenlik önlemi almak bizi güvende tutmuyordu. Artık sebeplere bakmamız gerekiyordu…

Burada Tahir’in açtığı tartışmanın gerçek bağlamını anlayabilmek için şu hususları bir kenara kaydedelim: “terörist” kavramının 20.yy’nin başından itibaren bütün ciddi hukukçuların tartıştığı ve hukuksal bir kategori olarak zinhar reddedildiğini hatırlatmakla başlayalım. 1926’dan itibaren yapılan bütün Milletlerarası Ceza Hukuku Kongrelerinde terör, terörizm ve terörist kavramları tartışmaya açılmış ve 1970’lere kadar hukukçular tarafından kesin biçimde reddedilmiş, bir hukuksal kurum olarak kullanılmasının tehlikelerine işaret edilmişti. 1937 Terörizmin Önlenmesi Cenevre Konvansiyonunun, İngiltere tarafından “Birleşik Krallığın kıskançlıkla koruduğu özgürlükleri tahrip etme tehlikesi” nedeniyle imzalanmadığını da bir kenara kaydetmekte fayda var. Bu dönem boyunca siyasi temelli şiddet eylemlerinin gerçek karşılığı “siyasi suç” vasıflandırması şeklinde tezahür etmişti. İktidarlar tarafından neredeyse yüz yıl boyunca hukukçulara kabul ettirilmeyen terör, terörist kavramları, “Münih Baskını” sonrası, 1972 Birleşmiş Milletler toplantısında bir oldu bittiye getirilerek bir uluslar arası metne eklenmiş, devam eden süreçteki İngiltere ve Almanya’nın çıkardığı anti-terör yasaları ise sadece ve sadece “geçici” olarak “tahammül edilmesi” gereken mevzuat olarak çıkartılmıştı. 2000’lerin başından itibaren de ciddi hukukçuların itirazlarına rağmen “kalıcı” hale getirilmişti. Fakat, ciddi hukukçuların yüz yıldır getirdikleri eleştiri hala güncelliğini ve değerini korumaktadır. Bugün, hukuk konusunda birazcık ciddi bilgiye sahip olan hiç kimse “terör”, “terörizm” suçu kategorisini savunamaz. Çünkü bu kavramsallaştırmanın içine iktidarların keyfine göre herkes girer ve girmiştir. Genel Kurmay başkanının, Kuvvet komutanlarının ve polis şeflerinin “terörist” olarak yargılandığı bir ülke olarak bu gerçeği en iyi anlayabileceğimiz yer ise Türkiye’dir. Tahir, açtığı tartışma ile işte bütün bunlar üzerinde yeniden düşünmemizi ve hukuk devletleri içinde son elli yıldır açılan bir “kara delik”in kapatılmasının önünü de açmış oldu.

Tahir’in hayatını ve ölümünü anlamak için bu durum da çok öğreticidir. Tahir’in söz ve demeçlerine derhal derdest ederek cevap veren Hükumet, her nasılsa ölümünü günler sonra soruşturabilecek bir “ciddiyet” gösterebiliyordu…

Cennetten kopup cehenneme düşen çocuklar

Ve Kürdün kaderi! Tahir’in hayatı ve ölümünü, bir de “kürdün kaderi” ile anlamaya çalışmak gerekir. Onca çatışma ve şiddetin ortasında büyük bir olağanlıkla tarihi binalar konusunda açıklamayı nasıl yaptığını/yapabildiğini anlamamız bu noktada daha kolay olacaktır. Ve tabii ki ateşin içinde nasıl olup da bir derviş gibi yürüyebildiğini…

Tahir’in Cizre’ye dayanan kültürel coğrafi köklerine bakabiliriz bunun için. Imany, bir şarkısında “Cennetten kopup dosdoğruca cehenneme düşen” bir ülke demişti Afrika için. Olağanüstü bir doğa güzelliği ile kan ve ateşin bu trajik buluşmasını her nerede görürseniz görün hakikaten çelişik duygulara sevk olunursunuz. Bir yandan şenlik duygusuna kapılıverir, aynı anda şiddet ve acının hüznüne dalarsınız. Cennet ve cehennemi aynı anda yaşar, hayat ile ölüm arasında savrulur durursunuz… Tıpkı Afrika gibi…

Tıpkı Kürt coğrafyasında olduğu gibi! Nar ağaçları arasından Pervari’ye doğru giderken heyecan verici bir yükseklikten ta aşağılardaki çeşit çeşit renk çiçeklerin arasından akan Botan Çayına baktığınızda mahzun bir büyülenme duygusu yaşamamanız mümkün değildir. Tatvan’ın hemen yanındaki Nemrut Dağının zirvesine çıkıp bir kolunuzu Van Gölü tarafına diğer kolunuzu dağın zirvesindeki üç ayrı krater gölüne uzattığınızda da yaşarsınız aynı çelişik duyguyu. Güzellik ile Kan ve gözyaşını, korku ile sevinci, düğün ile cenazeyi aynı anda yaşatan bir dünyadır orası.

İşte bu Tahir’in dünyasıdır! Ve bu onun kaderi de olmuştur! Tahir, işte bu nedenle savaşın içindeki barışın, sükunet içindeki ısrarlı mücadelenin, bilgelik içindeki ateşin taşıyıcısı olmuş, bir yandan geniş savanların ve dağların rüzgarında özgürlükle yıkanıp kadim bilgelikten beslenirken aynı anda kan ve ateşin sürgüne, göçe ve her türden cinayet karşısında kendini feda etmeye zorladığı bir kaderin sakin ve kararlı sahibine dönüşebilmiştir. Büyük bir tevazu ve sadelik ile olağanüstü bir mücadele ısrarını aynı anda yaşatabilmesinin onun devraldığı bu kültürel coğrafya ile ilgili olduğunu biliyoruz. Tahir, “Cennetten kopup dosdoğruca cehenneme düşen” dervişanların en samimi ve ısrarlı örneklerinden birisiydi. Onun kaybı “Kürdün sağduyusu”nun kaybıdır. Imany aynı şarkısında Afrika’ya “çocukların şimdi kayıp” diye sesleniyordu. Ama artık her şey değişiyor. Artık değiştiremeyeceğimiz tek şey tahir gibi “kaybettiğimiz çocuklarımız”…

Imany şöyle bitiriyordu şarkısını: Değiştiremeyeceğim şeyleri nasıl kabullenebileceğimi anlat bana. Değiştirebileceğim şeyleri nasıl kabullenebileceğimi anlat…

*Demokrat Yargı Derneği Eşbaşkanı