Harbi’nin çocukluğundan bugüne uzanan ‘Ayakta Bir Hayat’; hem yazarın geçmişini hem ülkesinin tarihinden kesitleri hem de önemli siyasi, sosyal ve kültürel dönemeçleri içeriyor.

Cezayir Bağımsızlık Savaşı'nın bir kahramanı

DERYA ÇAKIR

Cezayir, Afrika’daki sömürgecilik döneminden itibaren, başta Fransa olmak üzere pek çok ülkenin, topraklarında hak iddia ettiği bir coğrafyaydı. Birinci Dünya Savaşı sonrasında fiilen Fransa hâkimiyetine giren ve sınırları diğer Afrika ülkeleri gibi âdeta cetvelle çizilen Cezayir’de, İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda başlatılan bağımsızlık savaşı dünya tarihinde önemli bir yere sahip oldu.

Ülkedeki Fransız yandaşlarının faaliyetleri bir tarafa, Fransa’nın geliştirdiği yeni işkence tekniklerini Cezayirliler üzerinde denemesi, tarihe kara bir leke olarak geçti. Bununla birlikte bağımsızlık savaşını yürütenler, İslamcılar ve komünistler olarak ikiye bölündü; bu gruplar, zaman zaman kendi aralarında fikir ayrılığına düştü.


Öte yandan, Cezayir doğumlu Albert Camus, Fransızların ülkedeki varlığını desteklerken Jean-Paul Sartre ve Simone de Beauvoir ise halkın kendi kaderini tayin etmesi gerektiğini savundu ve bu fikir çatışması, üçlü arasında bir kavgaya dönüştü. Bir başka deyişle Cezayir’deki özgürlük hareketi, Fransa’da entelektüel sürtüşmeleri beraberinde getirdi.

Cezayir Bağımsızlık Savaşı, aynı zamanda kendi öznelerini ve kahramanlarını da yarattı. Onlardan biri de Mohammed Harbi’ydi. Harbi, otobiyografisi ‘Ayakta Bir Hayat’ta, hem bağımsızlık savaşı öncesini ve savaş dönemini hem de savaş sonrasını anlatırken siyasi ve siyaset dışındaki yaşamını açıyor okura.

Mücadeleyle geçen bir yaşam

Gülten Savaşçı (Çayan), yakından tanıdığı Harbi için şöyle diyor: “Mohammed Harbi, genç yaşta Kurtuluş Savaşı’na katılmış, mücadele içinde olgunlaşmış, geniş vizyonlu, özyönetimi, antikapitalizmi ve enternasyonalizmi savunan bir devrimciydi. Bumedyen onları durdurduğunda dünya çapında Ulusal Kurtuluş Hareketleri’yle yakın ilişkileri olan insanlardı. Harbi, 1973’te özgürlüğüne yeniden kavuşup fikirlerini ifade etme olanağı bulan, yenilgiyi zafere dönüştürmeyi bilen, Cezayirlilere kendisinin de oyuncusu olduğu çağdaş tarihlerini bütün açıklığıyla kazandıran en büyük tarihçidir.”

Harbi, Savaşçı’nın bahsettiği bu dönem öncesini, çocukluğundan başlayarak anlatıyor: 1930’ların gergin ortamı, yokluklara rağmen pek çok arkadaşına göre varlık içinde geçen çocukluğu, İkinci Dünya Savaşı sırasında amcasının stokçuluğu, lise yıllarında kendisini keşfetmesi ve her daim karşı durduğu haksızlıklar… Babasının aileye uzaklığı ve dadılarla büyütülmesi, Harbi’nin anlatımında dikkat çeken noktalardan bazıları. Halalarının ona aşıladığı dinî ve batıl inançlar da cabası. Daha küçük yaşta sömürgeciliğe ve sömürgecilere karşı geliştirdiği bilinç ise Harbi’yi erken olgunlaştırıyor. Beri yandan, Fransız okulunda yediği dayaklar, erginleşmesine katkıda bulunuyor. Çocukluğunda tanık olduğu milliyetçiliğin farklı biçimleri, ileride; Cezayir Bağımsızlık Savaşı sırasında ve sonrasında tekrar karşısına çıkıyor.

Masis Kürkçügil’in deyişiyle Cezayir’in bağımsızlık öncesini ve sonrasını kılı kırk yararak değerlendiren Harbi; 1962’de kazanılan bağımsızlığın ardından Devlet Başkanı Ahmet Bin Bella’nın danışmanlığını üstlenirken 1965’te Bumedyen’in düzenlediği darbeye karşı Halkçı Direniş Örgütü’nü kurmaktan dolayı beş yıl hapiste, üç yıl da gözetim altında tutuluyor. Ardından Cezayir’den kaçıyor.

Bin Bella ve onu darbeyle iktidardan indiren Bumedyen karşılaştırması yapan Harbi, çocukluk yıllarında karşısına çıkan farklı milliyetçilik anlayışlarını da yorumluyor: “Bin Bella ve Bumedyen’in ikisi de milliyetçidir. İkisi de otoriter bir rejimin başındadır. Ama ikisinin de tarzları/ yaklaşımları farklıdır. Bin Bella, siyasi bir partinin evladıdır, dolayısıyla topluma açık biridir. Bumedyen ise bir askerdir, tümüyle ordu çerçevesinde şekillenmiştir. Dolayısıyla onun açısından ordu, toplumun merkezindedir. Bin Bella döneminde böyle değildi ve o bağımsızlığın hemen ertesinde iktidara geldiğinde, Avrupalılar kitleler hâlinde göç ettiği için ülkede toplumsal bir boşluk oluşmuştu. Bu toplumsal boşluk, halktan gelen gruplar tarafından kapatıldı. Bin Bella, böyle bir toplumsal temele yaslanıyordu. Oysa ki Bumedyen’in toplumsal temeli askeri bürokrasiydi. Dolayısıyla Bin Bella, bir dönem özyönetim seçeneğini gündeme getirdi. Ama bu seçenek, işçi sınıfı içinde toplumsal destek bulamadı. 1960’ların Cezayiri, toplumsal bir yeniden harmanlanma ortamıydı. İşçi olanlar, toplumsal yapıda yükselmişti ve bu insanlar, o zamana kadar Avrupalı olan şehirleri istila eden, köyden gelen insanlardı. Hâliyle bu (Bin Bella’nın gidişine kadar) son derece kaotik bir ortam yaratmıştı.”

Toplumsal bir tanıklık

Harbi, otobiyografisinin hemen her satırında, yaşam öyküsünü Cezayir’in siyasi ve toplumsal tarihiyle beraber anlatıyor. Harbi, kitabı herhangi bir itirafta bulunmak için kaleme almadığını, ülkesinin tarihini yönlendiren bir aktör olarak Cezayir toplumunun dününü ve bugününü entelektüel bir bakışla anlatmaya koyulduğunu söylüyor.

Ülkesinde bağımsızlık mücadelesi veren, siyasi görevler üstlenen, hapis yatan ve sürgünde yaşamak zorunda kalan Harbi, otobiyografisini neden yazdığını şöyle açıklıyor: “Tecrübem aracılığıyla Cezayir’i ve köyümü, sömürgeleşmeye bağlı modernleşmenin etkisiyle karmaşık bir hayat süren gelenekler dünyasından, ulus olarak tamamen güçlenememesine rağmen bir devlete taşıyan olayların nasıl yaşandığını anlatmak istiyorum. Birinci tekil şahıs kullanmama rağmen, amacım oluşumları özel bir yaşanmışlığa değil, ortak bir yaşanmışlığa dayanarak anlatmak. Bir anlamda belli bir dönemle ilgili bir tanıklığı -kendi tanıklığımı- aktaran bir tarihçiye ve toplumun içini kavrayabilmek amacıyla ‘hayat tarihi’ aktaran bir toplumbilimciye dönüşüyorum.”

Harbi’nin çocukluğundan İkinci Dünya Savaşı’na, Cezayir Bağımsızlık Savaşı’na ve 1962 sonrasına, 1970’lerdeki Avrupa yıllarına ve bugüne uzanan ‘Ayakta Bir Hayat’; hem yazarın geçmişini hem de ülkesinin tarihinden kesitleri ve önemli siyasi, sosyal ve kültürel dönemeçleri içeriyor. Başka bir deyişle Harbi, toplumsal tanıklığını yaşamıyla birleştirerek hem hikâyeler hem de bir tarihi anlatıyor.