Günden güne kötüye giden ekonominin kır üzerindeki etkilerini Çiftçi-Sen Genel Başkanı Ali Bülent Erdem ile konuştuk.

Çiftçi-Sen genel başkanı Ali Bülent Erdem: Muhalefet yeni yöntemler geliştirmeli
Ali Bülent Erdem. (Fotoğraf: @YouTube Artı TV)

Söyleşi: İlkay ÖZ

Günden güne kötüye giden ekonominin kır üzerindeki etkilerini Çiftçi-Sen Genel Başkanı Ali Bülent Erdem ile konuştuk.

Yaklaşık bir ay önce Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ertesinde yaptığımız mülakatta seçim sonuçlarını konuşmuştuk ve AKP’nin kentte olduğu gibi kırsal alanlarda da zaferinde üzerine düşünülmesi gereken meselenin solun kırla önceden olduğu gibi bağ kuramaması olduğunu söylemiştiniz Ali Bülent abi. Seçimlerin üzerinden 2 ay gibi bir zaman geçti ve ekonomik krizin yükü yağmur gibi yağan zamlarla emekçilerin üzerine yıkıldı. Bu zamlardan, enflasyondan da en çok etkilenen kesimlerin başında kır emekçileri geliyor. Akaryakıta yapılan zamlar küçük çiftçileri derinden etkiledi. TMO hububat üreticilerinin ürünlerini satın almamak için randevu sistemini işlevsizleştirdi ve üreticiyi şirketlere mahkûm etti. Çiftçiler verdikleri emeğin ederinin altında fiyatlara ürünlerini satmak zorunda bırakıldı. Yani kırda hayat 2 ay öncesine göre de daha da kötüye gidiyor.  Kırın mevcut krizden yeterince etkilenmediği tezi de gittikçe etkisini yitiriyor. Zaten önceki söyleşide de bunu ifade etmiştiniz. Peki esas ve en zor soruya geliyoruz. Sol kırda nasıl örgütlenebilir? Solun kırda örgütlenmesinde engeller nedir, bunlar nasıl aşılabilir?

Esas olarak solun kırsalla bağ kurduğu iki dönem olduğunu söyleyebiliriz. 1970 öncesi 68 hareketinin kurduğu bir ittifak söz konusu; daha sonra da 70’li yıllarda kırsalla ilişki kuruldu. Genellikle o dönemde kırsalla ilişki kurulabilmek için yapılan faaliyetler ağalara karşı mücadeleler, toprak işgalleri, esas olarak da taban fiyatlarının açıklandığı dönemde ürünün değerini bulmadığı zaman düzenlenen köylü mitingleri. Fakat bütün bu yapılanları bugün yaptığımız zaman solun aynı sonuçları alabilmesi mümkün değil. Çünkü tarımdaki değişimi, tarımsal üretimdeki değişimi sol bugün farkında değil veya solun çok azı bunu farkında ancak içselleştirmiş durumda değil. Burada gıda rejimlerine değinmek gerek. Gıda rejimleri dediğimiz şey de gıdanın belirli birikim dinamiklerini, sermayenin birikim dinamiklerini beslemek amacıyla üretimi ve tedarikidir. Bunu McMichael üçe ayırıyor 1. Gıda Rejimi, 2. Gıda Rejimi ve 3. Gıda Rejimi. Solun Türkiye'de kırla bağlantı kurduğu dönem 2. Gıda Rejimi. Yani 1950’lerden sonra endüstriyel tarımın ülkede yaygınlaştırıldığı ve ülkeye dayatıldığı, buna uygun kurumların oluşturulduğu, devletin tarımda etkin bir rol oynadığı çiftçilere destekler verildiği, sübvansiyonlar uygulandığı, girdi destekleri verildiği, düşük kredi faizleri verildiği, kurumların olduğu bir dönem.

Neoliberal dönemle bütün bu süreç değişiyor. O zaman devlet üzerinden yapılan bu üretim tarzı, ki 2. Gıda Rejiminin döneminin önemli özelliklerinden birisi de ithal ikameci dönem olması, dışarıya karşı üretilmiş ürünler korunuyor. Bütün bunlar ortadan kalkıyor, serbest neoliberal dönem başlıyor. Neoliberal dönemle beraber devlet tarımdan çekilmeye başlıyor. Bugün geldiği noktada da aslında devlet tarımdan çekilmiş durumda ama uyguladığı politikalarla da şirketlerin önünü açan ve şirketlere hizmet eden bir durumda. Yani biz 2. Gıda Rejimi döneminde değil, 3. Gıda Rejimi döneminde yaşıyoruz. Bu liberalleşmenin tarımda da yaygınlaştığı bir dönem. Devletin hiçbir katkısı yok. Şirketlerle, üreticiler baş başa kalmış durumda. Böyle bir ortamda çiftçilerin üretmesi de giderek zorlaşıyor. Bu dönemde esas olarak gözden kaçırılmaması gereken 1995 yılında Dünya Ticaret Örgütü’nün kurulmuş olması. DTÖ’nün kuruluşuyla ilk defa dünya piyasası fiyatlarıyla çiftçiler baş başa kaldı. Öyle ki uluslararası tekeller ürün fiyatlarını belirliyorlar ve serbest piyasada belirledikleri aslında sübvansiyonlu bu fiyatlarla küçük çiftçilere ve köylülere saldırıyorlar. Bütün dünyada bu böyle. Bu pozisyonda mücadele biçimlerinin de değişmesi gerekiyor. Yani bizim geçmişte 2. Gıda Rejimi döneminde solun yaptığı şeylerin bugün aynısını yapmasıyla mücadele yürütebilmesi mümkün değil. Bugüne ilişkin mücadele yöntemlerinin geliştirilmesi gerekiyor.

Öyleyse neoliberal dönemde bu mücadele yöntemleri nasıl olabilir? 

Bir defa dünyanın küçük çiftçileri özellikle şunu söylüyorlar. Ülkeler DTÖ’ye, İMF’ye, Dünya Bankasına karşı çıkmak zorundalar. Onlarla bağlarını kopartmadan küçük çiftçilerin ve köylülerin yaşaması mümkün değil. Öyleyse öncelikle bu tür uluslararası finans kuruluşlarına ve ikili anlaşmalara karşı çıkan bir mücadele hattı tutturmak lazım. İkincisi; yaşanan problemi biraz önce sen anlattın. Mazot fiyatları, girdi fiyatları giderek artıyor ama ürün fiyatları düşüyor. Çünkü ürün fiyatları serbest piyasada belirleniyor. Bu koşullarda küçük çiftçilerin üretime devam etme koşulları azalıyor. Öyleyse küçük çiftçi ve köylüleri esas olarak bu girdilere bağımlı olan sistemden kurtarmak gerekiyor. Bundan kurtarmak için ise bildiğimiz geleneksel köylü tarımına döndürmek gerek. Ama bu tek seferde olabilecek bir şey olmadığı için en azından şöyle yapmak lazım. Ürün fiyatları belirlenirken bu girdilere bağımlı olarak üretmemiş, kendi yerel tohumlarını kullananların fiyatlarını daha yüksek tutacak biçimde bir talep ortaya çıkarmak gerekli. Tabii bu döneme özgü örgütlenme biçimlerinin neler olabileceği aslında dönemin kavranılmasıyla beraber bizzat köyl ve küçük çiftçilerle kurulan ilişkiler sonucunda ortaya çıkacak bir şey. Örneğin sözleşmeli üreticilerin ortaya çıkmasıyla beraber, yani şirketlere çiftçilerin üretim yapmak zorunda kalmaları ile beraber, bu sözleşmeler karşısında tek tek çiftçilerin değil toplu sözleşmelerin yapılmasını dayatmak ve ona uygun örgütlenmeler yaratmak lazım. Aslında Çiftçi-Sen'in amaçlarından biri de bu. Yani biz ikili bir şey yapmak zorundayız. Birincisi; çiftçileri ve köylüleri topraklarında tutacak biçimde mücadele etmek zorundayız. Onların o topraklarda kalmasını sağlamak zorundayız. İkinci aşama olarak da üretim biçimini değiştirmek zorundayız. Topraklarında kalabilmesi için de toplu sözleşmelerde taraf olmak gerekiyor. Başka ne tür örgütlenmeler yaratılabileceği ise bizzat mücadelenin kendi içerisinde ortaya çıkacak bir şey; şunu yapmalı, bunu yapmalı diye net olarak aslında bir şey söyleyemiyorum. Ama mevcut kooperatifçilik yasasıyla örneğin kooperatifleri şirketler karşısında bir alternatif olarak ne kadar düşünebiliriz? Bu kooperatif yasalarının değişmesi için mücadele etmek de çok önemli. Meseleyi de sadece köylü ve küçük çiftçiler açısından değil; gıdaya ulaşmak zorunda olan insanlar açısından, tüketiciler açısından da düşünmek gerekli. Mücadeleyi ortaklaştırmak zorundayız. Yani tüketicilerle, çiftçilerin, köylülerin mücadelesini ortaklaştırmak durumundayız. Çünkü gıda küçük çiftçilerin ve köylülerin elinden çıktığı noktada halkın elinden çıkmış oluyor. Gıdanın üzerimizde bir tehdit aracına dönüşmesini engelleyebilmek için birlikte mücadele etmenin olanaklarını yaratmak zorundayız. Kırsal alana ciddi bir saldırı var. Bu saldırı içerisinde enerji şirketlerine, inşaata, madenciliğe kırsal alan açılıyor. Kırsal alan açılırken ekolojist ve çevreciler o saldırının yapıldığı yerlere gidiyorlar. Oradaki köylülerle beraber mücadele ediyorlar edebildikleri kadar. Olay bittiği noktada da kesiliyor ilişki. Aslında bu mücadeleyi de bir gıda mücadelesi haline dönüştürmek gerekiyor. Yani kırsalda yaratılan tahribata karşı mücadele ederken aynı zamanda oradaki çiftçilerin kendi üretim süreçleriyle de ilgili çözüm önerilerini birlikte tartışıp bulacak ve onun araçlarını yaratacak bir mantıkla kırsala gitmek zorundayız. Yani biz geçmişte 2. Gıda dönemine has bilgi ve tekrarlarımızla oraya gittiğimiz noktada bir sonuç alma şansımız yok. Olay geçmişteki gibi değil. Geçmişte örneğin fındığın fiyatı açıklandığında, o fındığın fiyatı üzerinden alım yapılmıyor zaten. O fiyatın çok altında tüccarlar ve şirketler alım yapıyorlar. Sadece bir fiyat açıklanmış oluyor, o fiyatın da bir anlamı olmuyor. Onun için esas olarak mücadelenin kendisini bu şirketlere karşı döndürmek gerekiyor. Fındığı düşünürsek Ferrero’ya karşı mücadele etmeden fındık için mücadele edebilmek mümkün değil.

Ali Bülent abi dediğiniz gibi Çiftçi-Sen olarak da kırda örgütlenmeye çalışıyorsunuz. Bundan önceki süreçte Tütün-Sen, Üzüm-Sen gibi ürün bazlı bir sendika mücadelesi yürütüyordunuz. Çiftçi-Sen’e geçişin gerekçeleri ve sonuçları nelerdir?

Şimdi aslında sendikaların ortaya çıkması şöyle oldu. 99 ve 2001 yılları arasında Türkiye'de IMF ve Dünya Bankası'yla Tarımda Dönüşüm, Tarımda Yeniden Yapılanma programları başlatıldı ki Kemal Derviş'in 15 günde 15 yasayı çıkarttığı işte o dönüşüm dönemine denk gelen bir süreç. O programlarla beraber bütün ürünlere çok ciddi saldırı olacaktı. Biz şunu yaptık. Her yerde üretici kurultayları yaptık. Üretici kurultayları üzerinden delegasyonlar belirledik. Bu üretici kurultayları sonucunda çıkan delegasyonlarla da 2003 yılında Ankara'da Türkiye Üretici Kurultayını yaptık. Orada ortak karar olarak şu çıktı: Her ürünün kendi özellikleri var. Her üründe de saldırı farklı bir biçimde geliyor. Yani çaya farklı gelirken, tütüne, zeytine farklı geliyor ve bu üreticiler bu üretim süreçlerini de bilmiyorlar. Yani bir çaycı tütünün nasıl üretildiğini bilmiyor. “Onun için biz, ürün bazında sendikalar olarak örgütlenelim. Bu sendikalar da bir üst örgütlenmeyle bir konfederasyonla ortak bir mücadele yürütsün. Esas olarak da her üründeki bu saldırılara karşı mücadeleler yürütelim.” Bütün bunlara rağmen bu sendikaları ve üstünde bir konfederasyonu oluşturmamıza rağmen hukuki süreçlerle mücadele etmek zorunda kaldık, çünkü kabul etmediler. Birçok problem oldu hukuki olarak ama direnebilmek için çeşitli şeyler de yapıldı. Tütün, hububat, üzüm, zeytin, fındıkta ürün bazlı mitingler yapıldı. Hemen hemen her üründe direnebilmek için mücadeleler verildi. Ama süreç o kadar hızlı gelişti ki bütün o mücadelelerimize rağmen istediklerini yaptılar. Yani Tekeli özelleştirdiler, Çaykur’u Varlık Fonu'na devrettiler. Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri’ni işlevsizleştirdiler. Onların fabrikalarını anonim şirkete dönüştürüp sattılar. Bu saldırı sonucunda da Türkiye tarımında büyük bir tahribat yaşandı. Ürün bazında kurulmuş bu sendikaların kurulma amaçları zaten artık giderek ortadan kalkmıştı. Biz belirli sayıda ürün bazında sendika kurabilmiştik. Hay-Yet-Sen kurmuştuk, Hayvan Yetiştiricileri Sendikası o kapatılmıştı. Zeytinde, hububatta, fındıkta, çayda, tütünde, üzümde sendikalar kurmuştuk. Fakat saldırı o kadar yoğun olup bunlar giderek üyelerinin ya tarımı terk etmesi veya başka bir ürüne geçmesi nedeniyle zaten giderek güçsüzleşiyordu ve amaçlarını da yerine getirememiş pozisyondaydı. Biz doğal tarım yapan, meyvecilik yapan, ekolojik tarım yapan, köylü tarımı yapan üyelerimizi de üye yapamıyorduk. O zaman şunu dedik her sendikadan gelen delegasyonla beraber: “Tek bir sendikaya dönüştürelim ve mücadeleyi o şekilde sürdürelim.” Biz bu kararı verdikten sonra da pandemi ortaya çıktı. İki yıl zaten çalışmalarımız başlamıştı. Şu anda yoğun bir biçimde tekrar örgütlenmeye çalışıyoruz.

Mevcut yasalar da kırsal alanın örgütlenmesinde en önemli engellerden biri diyebilir miyiz? Sendika kurulmasında, üretici tüketici kooperatiflerinin kurulmasında olduğu gibi.  Bunlar solun kırda örgütlenmesindeki hukuki engellerden biri diyebilir miyiz?

Diyebiliriz. Zaten şöyle bir şey var. Şimdi anayasaya göre çiftçilerin örgütlenme, sendika kurma hakları da var aslında. Uluslararası sözleşmelerden de kaynaklanan sendikalaşma hakları var. Biz sendikalar için ilk başvuru yaptığımızda şöyle bir şey oldu. Dediler ki “siz işveren sendikası olarak başvurun, biz hemen kabul edelim”. Geçmişte kurulan sendikalar, 70 öncesinde aslında işveren sendikası olarak kurulmuştu. Biz bunu kabul etmedik. “Hayır, böyle bir şey olamaz. Biz işveren değiliz. Küçük çiftçi ve köylülerin sendikasıyız” dedik. O yüzden kapatma davaları falan açtılar. Biz onları kazandık ama hukuki süreçler çok uzadı. Fakat şöyle bir şey oldu. Bizim bu davaları kazanmamıza rağmen iç hukuk düzenlemesi yapılmadı. İç hukuk düzenlemesi yapılmadığı için çiftçilerle ilgili bir sendikal düzenlenme Türkiye'de yok. Biz son başvurumuzu yaptığımızda, Çiftçiler Sendikası, Çiftçi-Seni kurduğumuzda ise bizi hemen kabul ettiler. Bu kez de işçi sendikası olarak kabul ettiler. Yine çiftçi olarak kabul etmediler. Bu tabii ki örgütlenme için bir engel teşkil ediyor. Tabii bunları da zorluk çıkartabilmek amacıyla yaptıklarını biliyoruz biz. Ama şöyle bir şey de oluyor. Tarım şirketleştikçe çiftçiler üretim yapabilmek için şirketlere bağımlı olarak sözleşmeli üreticilik yapıyorlar ve sözleşmeli üreticilik yapan çiftçiler kendi toprağında işçileşiyorlar. Yani toplu sözleşmeyi yapmanın da kanallarını açmış oluyorlar bu şekilde. Esas olarak kırsalda mücadele yürütürken bizim temel almamız gereken şey Birleşmiş Milletlerin 2018 yılında kabul edilen Köylü Hakları Deklarasyonudur; ki bu bütün ülkeler için bağlayıcıdır. Biz de aynı şekilde ortak olarak Köylü Haklarını kabul edecek biçimde iç hukuk düzenlemesini yapılmasını hem çiftçiler, hem tüketiciler, hem göçerler, kıyı balıkçıları, tüketiciler, işçiler olarak talep etmeliyiz ve bu mücadeleyi yükseltmeliyiz. Bence bu önemli bir mücadelenin başlangıç noktası olabilir.

Peki Ali Bülent abi bu bahsettiğiniz kesimler, kır emekçileri olarak tek bir başlık altında toplanabilir mi? 

Tabii ki. Zaten kıyı balıkçıları, çiftçi sendikalarında örgütleniyor şu anda. Biz onu bir bütün olarak görüyoruz. Göçerler çiftçi sendikalarında örgütleniyor. Tabii kır emekçileri denince gözden kaçırılmaması gereken mevsimlik tarım işçileri. Onların da ayrı mücadele kanallarını, sendikalarını yaratması gerekli ve bu birlikte mücadelenin yolu açılmalı bence. Dediğin tek başlık altında hepsinin toplanması mücadeleyi güçlendirecek bir şey.

Öyleyse kır emekçilerinim ortak noktaları neler? Mevsimlik işçilerle ve bu küçük çiftçiler arasında aslında bir işçi işveren ilişkisi oluşuyor.  Buradan nasıl mücadele ortaklaştırabilir?

Doğru, aile tarımı yapanlar kendilerini yetmediği noktada mevsimlik tarım işçileri çalıştırıyorlar. Ama mevsimlik tarım işçilerinin bir bölümü de zaten küçük çiftçi. Kendi ürünü bittiği zaman öbür ürüne gidiyor. Yani tütüncü ise gidiyor üzüm de topluyor. O mevsimlik tarım işçileri dediğimiz işçiler çok büyük toprakları olan şirketlerde çalışıyorlar. Diğerleri ise birbirleriyle mevsimlik tarım işçisi oluyorlar. Yani örneğin üzüm dönemi bitecek şimdi, zeytin başlayacak. Zeytine gelenler üzüm üreticileri aynı zamanda. Üzüm üreticilerinin eşleri gidiyor, bağda yaprak topluyor. Mevsimlik tarım işçisi olarak onları bir bütün olarak zaten ele almak gerekli. Brezilya'da, örneğin topraksız kır işçileri MST aynı zamanda üretici ve onlar kendilerini kır işçileri olarak tanımlıyorlar.

Aslında özellikle ana muhalefet, meclisi muhalefeti de dahil olmak üzere zamlara, artan vergilere sessiz kalmış durumda. Seçim öncesinde topluma sadece sandığı işaret ederek potansiyel isyanların aslında önüne geçtiler. Ama şu anda da ana muhalefetin ve genel olarak Meclis muhalefetinin yaptığı şey de Meclis'te açıklama yapmaktan ibaret. Ama baktığımızda Niğde'de kiraz üreticileri eylem yaptı, Urfa’da elektrik dağıtım şirketinin elektrik kesintileri nedeniyle topraklarını sulayamayan çiftçiler protesto ettiler. Mazota gelen ÖTV zammına çiftçiler tepki gösteriyor. Bu mücadeleyi daha büyütecek, birleştirecek şey neler olabilir sizce Ali Bülent abi? Son soru da bu olsun.

Aslında tarımdaki liberal uygulamaların sonuçları karşısında çiftçiler 2-3 senedir hareketlenmiş haldeler. Dikkat ederseniz Tarım Kredi Kooperatiflerine karşı tavırlarıyla bunu gösteriyorlar. Dediğiniz gibi bu elektrik şirketlere karşı tavır gösteriyorlar. Mazot fiyatlarının artmasına karşı kendiliğinden tavır gösteriyorlar. Burada eksik olan aslında bu değişimi fark edip de hareket etmeyen solun kendisi. Yani mücadele biçimleri değişiyor geçmişte. Ürün fiyatları üzerinden yapılan şey şu anda farklı bir biçimde yapılıyor. Bu meclis muhalefeti ise mecliste grubu bulunan veya mecliste olan partiler ise ve aktif olarak bu işin içerisinde değiller. Acı tarafı şu aslında: Yeni bir torba yasa çıktı. Yeni torba yasayla beraber Hatay'da, İskenderun'da zeytinlik alanların, orman alanlarının inşaata açılması kararı alındı. Şimdi buna itiraz bile edilmiyor. Çünkü özel bir kanun olan Zeytincilik Kanunu öyle bir kanun çıkartılarak aşılabilecek bir şey değil. Anayasaya aykırı bir durum söz konusu ve buna başvuru yapma hakkı Mecliste grubu olan partilerde. Onlardan bile ses çıkmıyor. Garip bir biçimde kendi iç hesaplaşmalarıyla baş başa hepsi. Arada bir basın açıklaması yapılıyor. Ancak insanların mücadele etmesi lazım. Çünkü “Aman kıpırdamayın, aman sokağa çıkmayın, aman bir şey yapmayın!” diyenlerin yarın da aynı şeyleri diyecekleri aslında çok açık. Yani 25-30 tane adam geliyor biri kağıtta yazanı okuyunca sokağa çıkmış da olunmuyor. Sokağa çıkmak, köylerle ilişkileri sürdürmek ve köylerde kalıcı ilişkiler yaratmaktır. Geçmişte kahvelerde idi solcular. Kahvelerdei evlerde olmak, her yerde olmak gerek. Dikkat ederseniz AKP bir parti değil tek başına. AKP aynı zamanda bir sosyal ilişkiler ağı. Ev gezmeleriyle, eğlenceleriyle her konuda birlikte hareket ediyorlar. Orada başka bir şey gelişiyor. Tekrar geçmişte olduğu gibi biz bu arkadaşlık, dostluk ilişkilerimizi her yere taşımak zorundayız. Yani yapılamayan bu. Yoksa 10-15 kişinin bir araya gelip birinin kağıt okuması meselesi değil. Ben onları sokağa çıkmak olarak açıkçası değerlendirmiyorum. Bugün de kırsaldan bahsettiğimiz için kırsalda olan değişimi içselleştirip o değişimin nereden kaynaklandığını, esas olarak kime karşı ve nasıl mücadele edilmesi gerektiğini tekrar gidip köylerde konuşabilecek ve bu konuda köylülerle beraber hareket edebilecek (sadece onlara bilgi verecek insanlar topluluğu değil) onlarla beraber mücadele edebilecek bir hattın tutturulması lazım. Aslında sokakta olmak ve alanda mücadeleyi sürdürmek böyle bir şey.