Handan İpekçi bir önceki filmi ‘Saklı Yüzler’ ile ‘namus cinayeti’ denilen namussuzluğu, erkek şiddetinin en kanlı yüzünü anlatmıştı.

Handan İpekçi bir önceki filmi ‘Saklı  Yüzler’ ile ‘namus cinayeti’ denilen namussuzluğu, erkek şiddetinin en kanlı yüzünü anlatmıştı.  İpekçi’nin erkek şiddetine yeşil ışık yakan bir film yapmak istemiş olabileceğini düşünmek bile saçma. Ama ‘Çınar Ağacı’ tam da bunu yapmış. Herhalde bir şeyler kontrolden çıkmış ya da üzerine fazla düşünülmemiş bu film yapılırken.
Çınar Ağacı ‘Danielle Teyze’ (1990; Tatie Danielle) ile Yeşim Ustaoğlu’nun Pandora’nın Kutusu’ndan(2008) türemiş gibi duruyor. Sözünü ettiğim bu iki filmde de Tsilla Chelton’ın oynuyor oluşu bu benzerliği pekiştiriyor. Pandora’nın Kutusu’nda yaşlı, huysuz ve Alzheimer’li anneleriyle başa çıkmaya çalışan üç kardeşin hikâyesi anlatılıyordu. Kardeşlerin ikisi kadın, biri erkekti; bir de erkek torun vardı. Danielle Teyze’de ise yeğenlerinin yanına taşınan, son derece manipülatif ve son derece kötü huylu bir yaşlı kadın anlatılır. Bu yaşlı kadının tek arkadaşı müteveffa eşinin fotoğrafıdır.
Çınar Ağacı, ‘Pandora’daki aile modeline bir erkek kardeş daha eklemiş ve anneyi Danielle Teyze çizgisine yaklaştırmış. Pandora’daki doğaya ve uygarlık öncesine duyulan nostalji, bu filmde Mustafa Kemal’e ve cumhuriyet ideallerine duyulan nostaljiye dönüşmüş. (Bu anlamda Pandora’yla  taban tabana zıt aslında). Danielle Teyze’nin kocasının fotoğrafının yerini ise Mustafa Kemal’in fotoğrafı almış. Çınar Ağacı’ndaki yaşlı teyzemizin adı Adviye (Celile Toyon); o bir eski öğretmen. Adviye Hanım’ın asıl kocası ortak atamız Mustafa Kemal’miş gibi duruyor filmde. Adviye Hanım, aşk mektupları yazışmış olduğu kocasını hemen hemen hiç anmıyor.
Adviye çocuklarından memnun değil. Onların evinde kaldığında bir sabotajcı gibi hareket ediyor. Çoluk çocuğun da yediği yemeklerin içine müshil ilacı atacak kadar şuursuzca davranıyor. Bütün bunlar bir sevimlilikmiş gibi sunuluyor filmde. Adviye Hanım pasif agresif bir Kemalist. Bunun simgesel anlamı sanırım tesadüfi. Adviye Hanım’ın damatlarından biri,  bir tür müteahhit galiba. Karısını aldatan sevimsiz bir işadamı (Settar Tanrıöven) bu damat. Film boyunca olur olmaz şiddete başvurmayan tek kişi o olmasına karşın en sevimsiz gösterilen de o! Bir diğer damat ise şiddet eğilimini hiç kontrol edemeyen bir eczacı (Nejat İşler). Eczacı bey eşinden ayrı (Nurgül Yeşilçay). Dayak attığı karısı tarafından evden kovulmuş. Ama meğerse ilk vuran kadınmış! Eczacı bey tıpkı Av Mevsimi’ndeki Cem Yılmaz’ın karakteri gibi ayrıldığı eşine yaklaşan adamları dövüyor. Adam seviyor, ne yapsın yani! Peki film bu karaktere bir mesafe alıyor, eleştiriyor mu? Hayır, tam tersine! Adviye’nin bir oğlu sünepenin teki ama o da gün geliyor karısı ve ciks kızları karşısında masaya yumruğunu vuruyor! Diğer bir oğlan eski devrimci, o da kodu mu oturtan cinsten. Sağ kroşesi hazırda bekliyor ve bir keresinde bacanağının suratına da oturuyor. Adviye’nin sevgili oğlu olan bu eski devrimci, şimdinin müflis beyaz eşya tüccarı. Eski düşüncelerinden geriye bir şey kalmış mı belli değil ama film ona karşı çok hoşgörülü. O da karısını aldatmayı ihmal etmemiş bu arada.
Filmin mesajları her açıdan biraz karışık. Makbul meslekler öğretmenlik, hakimlik gibi devlet memuriyetleri ama ticaret de uğraşanın kimliğine göre iyi ya da kötü olabiliyor. Ah şu kapitalizm devlet kontrolünde olsa ve namuslu insanlar tarafından icra edilse, der gibi film.
Evi her an yakma ve insanların  ölümüne sebebiyet verme tehlikesi bulunan Adviye Hanım’ın  huzurevinde değil de, evde kalması da nedense iyi bir şeymiş gibi sunuluyor. Aldatan iş adamı hiçbir şeyin hesabını vermeden mutlu aile tablosuna dahil ediliyor vs.
Filmin asıl umudu ise Pandora’da olduğu gibi bir erkek çocuk (torun). İki film de ne varsa bir önceki ve bir sonraki kuşaklarda var, bugünkü kuşak harcandı der gibiler. Filmin son sahnesinde Barış adlı bu çocuğu (Sevgi Soysal ?), hep birlikte masada oturan aileden ayrı, tek başına salıncakta sallanırken görüyoruz. Hadi bakalım Barış, görelim seni ve kuşağını!
 
 
***
      
PRESS
Türkiye’de gazeteci olmak

‘Press’ son Antalya Film Festivali’nde yarışan filmlerden biriydi ve ikincilik anlamına gelen bir jüri özel ödülüyle de döndü festivalden. Filmin festival gösteriminde göze batan teknik sorunları da halledilmiş galiba. Filmi daha sonra izlemediğim için bu konuda bir şey söyleyemiyorum ama Antalya’da bu sorunlarını çözmüş olarak yarışsaydı keşke. O zaman, rahatlıkla yarışmanın en iyisiydi diyebilirdim.  Film hakkında şunları yazmışım:
“’Press’ teknik olarak yetersiz olmasına rağmen iyi bir film. Özgür Gündem gazetesinin Diyarbakır bürosu çalışanlarının yaşadıklarını anlatıyor ve 1990’ların başlarında geçiyor. Diyarbakır’da gazetecilik yapmanın son derece güç olduğu bir dönem bu. Türkiye o yıllarda gazeteci ölümlerinde dünyada hep başa oynuyor. Faili meçhul cinayetler özellikle Güneydoğu’da sıradanlaşmış durumda. Jitem ve Hizbullah terör estiriyor güney-doğuda. İkisi de devletin örgütleri. Devlet işlediği suçları teşhir edenlere karşı da suç işlemeye devam etmiş. Karanlık güçler önce dayak ve tehditle Kürt gazetecileri sindirmeye çalışmış. Başarılı olamadığı zamanlarda da enselerine kurşunu sıkmış. […..] ’Press’ bu karanlık dönemi anlatırken, kimi zaman seyirciyi güldürecek kadar komik de olabilmiş. Trajedinin en koyusunun ortasında yine de güldürmeyi başarabilmek çok müthiş bence. Gazete çalışanları çelişkileri olan farklı karakterler olarak ete kemiğe büründürülmüş. Yan rollerdeki bazı oyuncular (yaşlı büfeciyi ve polis komiserini canlandıran sanatçılar) göze batan bir teatrallikten kurtulamamışlar ama diğer oyuncular gayet iyiler.  ‘Press’in ödül alacağını sanmıyorum ama hak ettiğini düşünüyorum.”
Bugün gazeteciler sokak ortasında kurşunlanmıyor. Neyse ki hukuk devleti olduk. Şimdi ‘bağımsız yargı’ uygarca yok ediyor, yok etmek istediklerini. Ne ilerleme! Press’i kaçırmayın!
 
 
***

DÜNYA İSTİLASI: LOS ANGELES SAVAŞI
Yine militarist propaganda

Los Angeles Savaşı bu yıl seyredeceğimiz en militarist, en gerici, en sevimsiz propaganda filmi olabilir. Ama siz niye seyredesiniz ki, ben sizi kurtarmak için o acıya katlandım (Hz. İsa kompleksi)! Western sinemasının hüküm sürdüğü yıllarda bu gerici, milliyetçi, şoven eğilim John Wayne’de vücut buluyordu. Pis Kızılderililer ve hatta bazen Sarı Adamlar (Vietnamlılar) John Wayne’in gazabından kurtulamıyordu. Los Angeles Savaşı, John Wayne’e bir selam çaktıktan sonra, II. Dünya Savaşı’ndan sloganlaşmış bir savaş narasını da devralıyor (“Çekilmek mi? Hadi Lan!”)
Filmin hikâyesi ‘Yukarıdaki Tehlike’yi andırıyor. Uzaydan yaratıklar gelir ve ABD’yi (dünyayı) işgal ederler. ABD, dünyevi bir gücün işgal edemeyeceği kadar güçlü. ABD işgal edilemez ama işgal eder ve etmeye devam edecek. Ederken de, kendi özelliklerini başkalarına yansıtarak, saldırganlığını meşrulaştıracak. Irak’ı işgal ederken ‘kitle imha silahları’ masalı yutturulmuştu, oysa kitle imha silahı kullanmış tek ülke ABD’nin kendisiydi. Bu filmde de benzer bir yansıtmanın izlerini görmek mümkün. Uzaylılar kolonileştirme harekâtı yapıyorlar. Bu, insanları öldürüp doğal kaynaklara el koymak demek. Yani ABD’nin Irak’ta yaptığına benzer bir şey. Uzaylılar ‘su’ya el koymak için gelmişler! Uzaylılarda akıl olsa AKP’yle işbirliği yapar ve HES kuruyoruz diye, suya el koyarlardı. Kansız olurdu. Ama onlarda akıl olmadığını görüyoruz zaten.
Uzaylılar defalarca hayvanlarla özdeşleştirilir film boyunca. Beyinleri yoktur. Vıcık vıcıklıkları, dişi oldukları  izlenimini yaratır (Julia Kristeva ve Camille Paglia bedensel sıvılarla dişilik arasında kurulan özdeşlik üzerine yazmışlardı). Gerçi uzaylıların bedensel sıvıları tatsız bir espride meniye de benzetilir (kadın askerin ağzına yaratıktan fışkıran sıvılar dolar. Erkek asker ona takılır ‘ilk buluşmada da bu kadar ileri gidilmez ki!’ ) Beyinsiz, hayvani ve kadın bedeni gibi kaygan sıvılar içeren bedenlere sahip bu yaratıklar, günümüzde hangi düşmanı sembolize edebilir? ABD’liler günümüzde kimi düşman olarak görüyorsa onu, elbette. O da belli bence.
Film biter ama savaş bitmez. Bir tür baba figürü olan subayın, sarsılan güvenilirliği yeniden tesis edilir ve değişik etnik kökenlerden gelen bütün çocukları Beyaz babalarını yeni savaşlara katılmak için takip ederler. Babanın iktidarı artık eskisinden de sağlamdır film bittiğinde. Filmin, son derece erkek, son derece saldırgan, son derece Hıristiyan (İncil de görülür elbette filmde) ve son derece Beyaz (bütün renk skalanın varlığına rağmen) propagandasını yeni Hollywood  bockbuster’larının sürdüreceği kesin.
İdeolojik okumaları bırakırsak çok kötü anlatılmış bir hikâye var filmde. Ne doğru dürüst karakterler, ne anlaşılabilir ve takip edilebilir aksiyon sahneleri, ne de gerçekten korkutucu olan düşmanlar var (40. dakikaya kadar görünmüyorlar bile). Bir harala gürele içinde geçip gidiyor, beyninizi iğfal ediyor film. Her açıdan.
Solcu, devrimci rap/metal grubu Rage Against the Machine’in “Battle of Los Angeles” (1999; “Los Angeles Savaşı”) diye bir albümü vardı. O albüm devrimi temsil ediyorduysa, bu film de karşı devrimi temsil ediyor. Albümü, panzehir olarak filmden sonra dinlemekte yarar olabilir.