Yaşamak için inadına kaldığın bu cehennemde, yangınlar hiç sönmedi... masallar, güvercin sesi...

...umutlarını üstümüze üstümüze....

"Benim için asıl tehdit ve asıl dayanılmaz olan, kendi kendime yaşadığım psikolojik işkence...bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı tedirginlik...bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik...tıpkı bir güvercin gibiyim...onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım...başım onunki kadar hareketli...ve anında dönecek kadar da süratli...işte size bedel...insanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz ey Bakanlar?.. Bilir misiniz? Siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz? (...) Ciddi ciddi, ülkeyi terk edip uzaklaşmayı düşündüğüm anlar dahi oldu...özellikle de tehditler yakınlarıma bulaştığında...(...)...rahat bana batardı!... 'Kaynayan cehennemler'i bırakıp, 'hazır cennetler'e kaçmak her şeyden önce benim yapıma uygun değildi...Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardık... (...) Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım...kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz..."(*)

"Ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz... ama biliyorum ki bu ülkede insanlar... güvercinlere...dokunmaz... ama biliyorum ki bu ülkede insanlar...güvercinlere..."... dokunurlar...dokundular... tahmin bile etmedin... şehirlere kanat çırpışın, bundandı... kanatlarından vurulduğunu duyduğum ilk an, yüreğimde güvercinler uçuştu... en acılı kanat çırpanı, sendin... bu iyiye alamet değildi... yüreğimin baş köşesinde ürkekliğine çaresiz kaldığım sen... yaşamak için inadına kaldığın bu cehennemde, yangınlar hiç sönmedi... alevler buzdan... alevler, talan edilmiş türkülerin ensesinde, düşlediğin cennetin masallarını yakıyor... masallar, güvercin sesi... vakit çok geç... akreple yelkovanı ömürlerini sonsuz kılmakla kandırıp, saatleri geri kurabilmek var... çırp kanatlarını ve savur gümüşten umutlarını üstümüze üstümüze... gel artık... her çocuk, babasını çok özler... benim özlediğim gibi... her kadın, hasretle yol arkadaşını bekler... benim öz-lemeyi hep düşlediğim gibi... gel, ürkek güvercin... sakla aileni kanadarınm sıcak yuvasında ve git buralardan... acele et... biz senin yine o caddenin kaldırım taşlarında özgürlük türküleri uçurduğunu düşleriz... bizim, hiç birimizin, kurşunlara, hainlere, soysuzlara gücü yetmiyor... vakit çok geç... ve tüm güvercinleri, bu memleketin... alev renginde şimdi...

Ve ben bugün, şairin içlendiği o düz ovadan ibaretim... ben çocuk eskisiyim... gülüşlerim bile yüzümde eğreti duruyor, ters giden bir şeyler var... ya yüzüm yanlış bir adanın kıyılarına vuruyor ya da bu tedirgin haller başka gölge oyunlarına kurban gitmek üzere... çünkü kimse sevmiyor, çünkü kimse sevmiyor, çünkü kimse... sevmiyor! kedimin kuyruğundan, sessiz şiirler dökülüyor... peşi sıra koşup yerden topluyorum üç beş kelam, ne varsa... "bir kuyruğum olsaydı benim de" diye geçiriyorum içimden... bir kuyruğum olsaydı, yürüdüğüm her yeri taze yaprakların kokusu saracaktı... solgun yüzüm, güneşleri bekleyen gözlerim ve kanayan ruhum yeşillenecekti... sakıncalı ve şifreli düşler sayıkladığım küçük matbaamın çatlak duvarlarını, yerini hak eden kelimeler dolduracaktı ve dizelerin gölgesi kurtaracaktı beni yalnızlıktan... ve ben eksik bırakılan bedenlerin yasını tutuyor olmaktan uzak, insan doğmanın onurunu yaşıyor olacaktım... ama mümkün olmadı... kediler ayet satın almıyor... kediler hep "sahici"... ve hiçbiri, ürkek güvercinlerin kelimelerini sırdarından vurmuyor...

Hayat bizi yalnız bıraktı... yorulduk... küçük öyküler yazdık birbirimize... küçük bize yetmedi... bazan yorgun hissediyorum... dümdüz gitmek istiyorum... birilerinin zekası, ancak tek heceli cümlelere yetiyor, bunu çok iyi biliyorum... budur o düz ovanın bahtsızlığını paylaşmaya sebep... yalnızlıklar hep bundan... artık uçamıyorum... yüz göz oldum, imamlarla... ve yarınlarımı ipotek altına alan yamalı bohçalarla... oysa görecek ne çok yer, çıkılacak ne çok dağ, girilecek ne çok deniz var, tuzunu özlediğim... ve yatılacak ne çok düş, yazılacak ne çok şiir, yaşanacak ne çok sevda, beni beklediğini hep bilmek istediğim... benim bu satırlarda... ne işim var... içimdeki savaşlarla sonsuz barışlar imzalamıştım ben... ve sonunda artık benim de bir nefsi (!) müdafaam var... utançlara nöbet tutanım...

imam bana göz koydu... imamın bir kusuru var köşe bucak sakladığı... imamın adı hasan... imam, benim üzerimden pornografik ayetler pazarlıyor... imamın başka tatmin aracı yok... imama yardımlar gerek... imam, kaç "çalışan kadınla" nefsini köreltti ve nasıl... imam, yeryüzündeki tüm çalışan kadınları ikna edip yatak odasına davet ediyor... imam işini biliyor... imam, şimdi nerede? İmamın ahvali ne oldu? İmamın takkesini kim aldı? imamı kutlayanlar olmuş... İmamın evi bayram yeri... imamın evinde çalışan erkek aşçılar mı var... zira evde yemek yaparak "çalışan kadın" varsa, imam bunun hakkını (!) verebiliyor mu... imamın "iktidar" sorununu şimdilerde kim çözüyor... imamla bir ortamda karşılaşırsak ki bunun benim ölmek derdinde olduğum bir gün olmasından korkarım, imam bana yan gözle bakar mı... ölmelere yatmak da bir parçasıdır "çalışıyor" olmanın... imam bunu bilir mi... imam, vasiyetimin "yakılmak" olduğunu öğrenmiş midir...imam küllerimden bir "dokuz canlı" afet düşü kurar mı... hayat bizi yalnız bıraktı...yorulduk... küçük öyküler düşledik mahzenlerde... yer soğuktu... işte tam o günlerde, imama geçit yoktu... belki de sırf bu yüzden, "Cemil" ortada yoktu... ülkem bir "imamevi"... ülkem sonunda "kırmızı noktalı" uykulara yatıyor... Cemil şimdi susuyor... Cemil'in kumaşları, "ipek"ten... ama ezbere yattığı ayetler, bu kez dikiş tutmuyor... Cemil şimdi nerede?...

Ne zaman ki şiirler yazar imam "sevda"ya dair, ben bilet kesmem gidişlere... ne zaman ki gökyüzünde mavi yüreklerin attığı bulutlan boyar imam ve güvercinlerin de kitaplara ka-nadar çizip sadece "yaşamak" için toprağına sadık kaldığını belletir o çorak yüreğine, belki ertelerim gidişleri... ne zaman ki bir çobanın kavalını alır ayetten ellerinin arasına imam ve "cennef'in ve dahi "cehennem"in soylarının burada alevlenip yine burada tetikler çektiğini öğrenir yurdumun türkülerine ve "sarı gelinin" o incecik beline, nefsim (!) yine bendedir... ben haddimi bilirim... sen hoşça kal, güvercin bakışlı güzel adam... benim kanatlarıma ölmüş muamelesi yapıp, her gün mevlüt okutanlar var... sonunda tarih, sadece yürümeye mahkum bırakılan bir kuşun ölü kanatlarına mezar kazıldığını da gördü... sen affet beni... ben uçmayı unuttum... (*) Hrant Dink