Bugün iki yönetmen Antonioni, Bunuel, Chabrol gibi kıtanın eski ustalarının yolundan giderek küçük burjuvayı ya da daha genel söylersek orta sınıfları

Bugün iki yönetmen Antonioni, Bunuel, Chabrol gibi kıtanın eski ustalarının yolundan giderek küçük burjuvayı ya da daha genel söylersek orta sınıfları hallaç pamuğu gibi atmayı sürdürüyor. Soğuk, mesafeli ve ironiye pirim vermeyen diliyle Avrupalı Haneke ve Holywood’un kitlesel diliyle rahat süzülen filmler yapan Sam Mendes. 1965 doğumlu Mendes gerçekten yeni kuşak yönetmenler içinde en dikkat çekeniydi. Neredeyse bütün filmleri mortgage ile parlatılmış Amerikan banliyölerini, tüketim bolluğu ile sarmalanmış bir rüyayı, onun arkasındaki başarısızlıkları, iki yüzlülükleri üzerinden işleyen bir politika barındırıyordu. İçine doğduğu kuşak gereği Mendes’in vizöründeki orta sınıf 80’lerin Reagan yeni muhafazakarlığıyla başlamış ama kendini 90’larda gösteren bir bağlamda yer alıyordu. Bu anlamda 1950’lerin varoluşçulukla harmanlanmış yönetmenlerin kaygı, yabancılaşma, yalnızlık, tutunamama gibi modernist temalarla gördükleri bir sınıftan ciddi farklar taşıyorlardı; en azından kendilerini ifade etme tarzları bakımından. Özellikle 1999 tarihli American Beauty (Amerikan Güzeli) filmiyle dışarıdan çok ideal görünen reklamcı yakışıklı bir baba, emlakçı profesyonel bir anne ve lise öğrencisi kızlarıyla yemyeşil çimli banliyölerde oturan çekirdek aile bütün gerçekçiliğiyle beyaz perdeye yansımıştı. Mendes özellikle 11 Eylül ile azgınlaşan  Politik Doğruculuğa (Political Correct) sert bir tokat indiriyor, özellikle siyahları tavlamak için kurgulanmış TV dizisi sırıtkan Bill Cosby’nin aydınlık dünyasını bozguna uğratıyordu. American Beauty iç içe geçmiş öyküsüyle acımasız şirketleri ve beyaz yakalıları, sürekli satış yapmanın getirdiği histeriyi, cumhuriyetçi emekli bir albay üzerinden eşcinsellik düşmanlığını ve onda gizlenmiş eşcinselliği, playboy gibi dergilerle azdırılan seks ve bekareti ve umudu simgeleyen evden uzaklaşan ergen çocuklarıyla izleyicinin suratında patlıyordu. Filin en çarpıcı sahnesi pin-up resimlerden fırlayan ve babanın arzu nesnesine dönüşen kızının arkadaşının, sonunda bakire çıkması ve adamın babalığını hatırlayıp, gizli eşcinsel albay tarafından öldürülme sahnesiydi. Her şey sahte, her şey yapmacık ve şişirilmiş plastik torbalar gibiydi; Amerikan Rüyası gibi…

Çoğunluk ne kadar çoğunluk
Bütün bunları neden mi yazdım? Daha önceki sinema yazılarımda  Türkiye sinemasının orta sınıfları görme konusundaki kabızlığından bahsetmiştim. 80’lerin ikinci yarısından itibaren çekilen aydınları ve solu anlatan akla zarar filmlerden de. Yeni sinemacılar yavaş da olsa bu alanı taramaya başladılar artık. Nuri Bilge Ceylan’ın İklimler’i, Zeki Demirkubuz’un 3, sayfayla harmanlanmaya teşne soğuk blokları, en son  Yeşim Ustaoğlu’nun Pandora’nın Kutusu ile, bizim sinemamızın çok deneyimli olmadığı bir alanda dolaşmaya başladık. Tabii acemilikleri  ve orta sınıfa orta sınıfların gözünden bakan peşin haklılıklarla. Altın Portakal’dan ödülle dönen Yeni Sinemacılar’dan Seren Yüce’nin Çoğunluk filmi şimdiye kadar bu alanda yapılan en güçlü film özelliğini taşıyor. Taşra tınılı zengin bir müteahitin saf, habersiz oğlu çevresinde gelişen sıkıntı, öteki ve Kürtlüğe kadar uzanan hepimizin içinde olduğu bir çoğunluğu örüyor yönetmen. Çoğunluk bazen aşırı gerçekliğiyle izleyiciyi bunaltacak kadar yoğun bir film.  Yüce bize yeni sinemanın artık buraya girebileceği umudunu da veriyor; biraz gecikmiş olsakda…

Hep haklı olmak tehlikesi
Yalnız şunları da eklemek gerekiyor. Çoğunluk dışarıdan bakan, izleyiciyi de dışarıda tutan, soğuk, yavaş diliyle özellikle orta sınıftan seyirciye (ki filmin izler kitlesi tümüyle bu) haklı olduğu duygusunu veriyor. Peşinen bir haklılık bu; çünkü onlar çok sıkıcı ve donuklar. Burada benim durgun görüntü ideolojisi dediğim, 50 sonrası varoluşçulukla ve Yeni Dalga üslubuyla pişmiş yavaş, aşkın, mekan ve geniş plan ağırlıklı, az diyaloglu ve aksiyonlu bir entelektüel sinema dilinin de bu haklılığı pekiştiren yönü var. Bahsettiğim bu görsel kodlar zaten yabancılaşma, mesafeyi bir ideolojik içkinlik olarak yeniden de üretiyorlar. Çoğunluk filmi de aynı sinematek ve auteur gelenekten besleniyor zorunlu olarak. Yazımızın girişinde bahsettiğimiz Amerikan Güzeli’ne bağlarsak, ondaki hızlı dil, alaycılık, neşe aynı zamanda kasveti, yabancılaşmayı da kopmaz bir şekilde birbirine yediriyor. Yani orta sınıflar (ya da alt sınıflar) hep kasvetli ve sıkıcı olamazlar. Ve biz de güvenli bir mesafeden büyük bir haklılıkla onları seyredemeyiz. İçinde de olmamız gerekir. Ama bunlar varolan sinema dilinin ötesinde çözümler de gerektiriyor. Zamanla inanıyorum o da olacaktır. Çoğunluk bu yolda önemli bir adım teşkil ediyor; aşamadıklarıyla tabii.