Şimdi gelinen yer parlamenter demokratik sistemin tümüyle ortadan kaldırıldığı, halkın büyük çoğunluğunun açlık ve sefalete sürüklendiği, ancak toplumun en geri unsurlarının, tarikatların, cemaatlerin, çetelerin ve emperyalist güçlerin desteğiyle ayakta durabilen, yıkılmaya mahkûm çöküşe doğru sürüklenen bir düzenden başka bir şey değil. Aslında bütün dünyada da emperyalist kapitalist sistem benzer bir çöküş süreci içinde. Dünyanın her yerinde benzer özelliklere sahip, totaliter, baskıcı, antidemokratik-faşist rejimler yaşanıyor.

Çöküşe doğru

Hazırlayan: Yol Politika Kolektifi

Türkiye yirmi yılı aşkın bir süredir siyasal İslamcı bir parti tarafından yönetiliyor. Erdoğan’ın “Milli Görüş gömleğini çıkardığını” söylediğinden bugüne Erbakan hareketinden kopan ve “yenilikçiler” olarak adlandırılan siyasal İslamcı bir ekip iktidarı ele geçirmeyi başardı. Erdoğan süreç içinde çeşitli etaplardan geçen iktidar oyununda başlangıçta yola çıktığı bütün arkadaşlarını tasfiye ederken aynı zamanda da “kişisel” iktidarını pekiştirmek için yeni bir rejim kurdu.

Kuşkusuz bu “yeni rejimin” kuruluşu düz bir hatta gelişmedi. Başlangıçta eski rejimin güç odaklarını tasfiye ederken çeşitli dönemlerde liberallerden, Kürt hareketine; Fettullah Gülen hareketinden, milliyetçilere uzanan bir ittifak zinciri gündeme geldi.

Bu yeni rejimin kuruluşu ise sunulanın aksine her zaman emperyalist güçlerin desteğini arkasına aldı. Recep Tayyip Erdoğan’ın henüz seçilmeden Amerika’ya giderek “icazet” alması ile başlayan süreç, Ortadoğu’da İsrail’le kurulan ilişkilerden Sisi’nin ziyaretine uzanan gel gitli bir hat izledi.  Zaman zaman çatışmalı durumlar yaşansa da bu çelişkiler bazen “akıllı ol ekonomini mahvederim” diyen Trump’ın tehditleriyle bazen de NATO konsepti içinde çözümlendi.

AKP’nin iktidar olduğu süre boyunca devletin yapısında önemli bir değişimin yaşandığı üstü örtülemeyecek bir gerçektir. Dünya konjonktüründeki değişim ve emperyalist-kapitalist sistemdeki yönelimler Türkiye’deki devlet yapısındaki dönüşümün ana kaynaklarından biridir. Buna ek olarak PKK’ya karşı yürütülen savaşın ve bunun üzerinde yükselen “güvenlik devleti” anlayışının da devlet yapısının şekillenmesinde önemli bir rol oynadığı söylenmelidir. 

Emperyalizme Bağımlı Yapılanma 

Devlet yapısındaki şekillenmenin tarihsel köklerine baktığımızda ikinci büyük savaş sonrasında ortaya çıkan iki kutuplu dünya tablosu içindeki konumlanışın belirleyici olduğunu görüyoruz. Türkiye egemen sınıflarının “Sovyet tehdidi” gerekçesiyle tercihini ABD emperyalizminden yana kullanmaları; ardından NATO üyeliği süreci devletin buna göre şekillenmesini getirdi. 

Kuşkusuz bu tercihin kökeninde emperyalizmle bağımlılık ilişkilerini geliştiren; yeni sömürgecilik politikalarına bağlı olarak uluslararası sermayenin ülke içindeki uzantısı haline gelen tekelci burjuvazinin egemenliği ele geçirmesi belirleyici olmuştur.   

Emperyalizme göbeğinden bağlı tekelci burjuvazinin ve ittifaklarının yönetim biçimi ise sürekli demokratik hak ve özgürlüklerin kısıtlandığı halkın mücadelesinin yükseldiği durumlarda açık baskı ve zor yöntemlerine başvurulan bir yönetim biçimi olmuştur.  

Bu dönemde devletin şekillenişinde başlıca iki temel etkenden söz etmek mümkündür. Bunlardan birincisi komünizmle mücadele gerekçe gösterilerek “Özel Harp” tekniklerini örgütlemek için devlet içinde oluşturulan örgütlenmelerdir. İkincisi ise Ordu, MİT vb. devlet kurumlarının doğrudan doğruya açık baskı dönemlerinde devreye sokulacak şekilde örgütlenmelerdir. 

Bu örgütlenmeleri ana kaynağı ise “ayaklanmaları bastırma doktrinleri” ne göre yapılandırılan resmî ve sivil faşist güçlerdir. Bu örgütlenmelerin Türkiye’de olduğu gibi birçok NATO ülkesinde GLADIO adıyla oluşturulduğu bugün bilinen bir gerçekliktir. Türkiye’de de kontrgerilla olarak adlandırılan devlet içinde kümelenmiş bir örgütlenmenin CIA eliyle oluşturulduğu çok nettir. 12 Mart döneminde zamanın Dış İşleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’in “CIA altımızı oymuş haberimiz yokmuş” şeklindeki itirafının, ya da kontrgerillaya karşı mücadele etmek için yola çıkan Ecevit’in bir gezisinde generallerden MHP İl Başkanı’nın da “Seferberlik Dairesi’nin” üyesi olduğunu öğrenmesi en yetkili ağızlardan ortaya konulan gözlemlerdir. 

CIA-MİT ilişkisi birçok olayda doğrulanmış bir ilişkidir. Soğuk savaş süresince çok açıktır ki MIT esas olarak CIA’nın bir “iç örgütlenmesi” olarak çalışmıştır. Hem ayaklanmaları bastırma doktrini doğrultusunda gündeme gelen sivil faşist örgütlenmelerin kuruluşunda çok açık bir biçimde “CIA parmağı” vardır, hem de “komünizmi önleme” doğrultusunda sahaya sürülen gerici faşist hareketlerin örgütlenmesi esas olarak CIA eliyle yaratılmıştır. 

Türkiye’de 12 Mart öncesinde ilerici devrimci eylemleri engellemek için Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin örgütlenmesi ve ABD 6. Filosunu protesto eden devrimci güçlerin üzerine saldırtılması Kanlı Pazar gibi kışkırtmalara başvurulması ABD emperyalizminden ayrı düşünülemez. 

Yine 12 Eylül öncesinde küçük çaplı bir iç savaş olarak yaşanan olaylarda da sivil faşist örgütlenmelerin önemli bir rol oynadığı açıktır. Aydınların, gazetecilerin ardı ardına öldürülmeleri; Sivas, Maraş, Çorum, Malatya gibi kentlerde yaşanan katliamlar ve ordunun devreye sokularak açık bir askeri darbeye zemin hazırlamak için esas olarak sivil faşist güçler kullanılmıştır. Bu tür katliamlarla solun devrimci örgütlenmelerin önü kesilemeyince doğrudan açık faşist bir darbe olarak 12 Eylül devreye sokulmuştur. 

Darbeyle Gelen İslamcılaşma 

12 Eylül Anayasası ile de bir yandan gerici örgütlenmelerin önü açılırken diğer yandan da demokrasinin en temel unsurları ortadan kaldırılmış kurulan yeni rejimle birlikte ordunun MGK eliyle rejimin sınırlarının belirlendiği bir devlet yapısı şekillendirilmiştir.  

Özellikle Sovyetlerin Afganistan’ı işgal ettikten sonra ABD eliyle örgütlenen İslami örgütlerin önem kazanması sadece Afganistan’la sınırlı kalmamış hemen hemen bütün bölgede ABD İslami örgütlenmelerin devreye sokulduğu bir politikaya yönelmiştir. 

Türkiye’de de bir yandan Türk-İslam sentezi devletin resmî ideolojisi haline dönüştürülürken diğer yandan da uluslararası emperyalizmin bir memuru olarak görevlendirilen Turgut Özal’ın iktidara taşınması liberal politikalarla dinin devlette ve toplumda karşılık bulması anlamına geliyordu.  

80’li yılların sonunda “reel sosyalist” ülkelerde ortaya çıkan çöküşle birlikte soğuk savaş da sona erdi. Artık iki kutuplu dünyaya göre örgütlenmiş kapitalist devlet yapıları dönüşüme uğradı. Birçok ülkede GLADIO denilen gizli yapıların tasfiye edildiği; yeni döneme uygun istihbarat örgütlerinin kurulduğu bir dönem başladı.   

Türkiye ise bu yeni dünyada artık “düşmansız” kalan devlet örgütlenmesini yeniden yapılandırmakla karşı karşıyaydı. Bir “iç düşman”a göre örgütlenen yapı komünizm tehlikesinin ortadan kalkmasıyla birlikte boşluğa düşmüştü. Buna karşın Türkiye kendi GLADIO tipi örgütlenmelerini tasfiye etmeyi gündemine almadı. Soğuk savaş döneminin özel harp için örgütlenen yapıları bu kez de PKK ile yürütülen savaşa kanalize edildi.   

Fethullahçıların Yükselişi ile MİT’in Etki Gücü Arttı 

İkinci dünya savaşı sonrasında Sovyetler’e karşı radikal İslamcı hareketleri destekleyen ABD, Sovyetlerin dağılması sonrasında İslam dünyası açısından “ılımlı İslam” modelini güçlü şekilde devreye soktu. Bir yandan “Türki Cumhuriyetlerin” kapitalist sisteme entegre edilmesi diğer yandan da radikalleşen İslami akımlara karşı “ılımlı İslamcı” olarak nitelenen akımlara destek verilmesi ABD politikalarının önemli bir parçasını oluşturdu.  

Bu dönemin ABD politikaları açısından parlayan yıldızı Fettullah Gülen hareketidir. Hiç kuşku yok ki Fettullah Gülen Hareketinin “hizmet” maskesi altında dünyanın bütün ülkelerinde özellikle de eski sosyalist ülkeler coğrafyasında açılan okullar yoluyla örgütlenmesi CIA tarafından desteklendi. Ayrıca “Medeniyetler Buluşması”, “Türkçe olimpiyatları” vb. Bu politikaların görünen yüzüydü. 

Fethullahçılığın ülke içindeki en önemli stratejisi ise; özellikle silahlı bürokrasi içinde örgütlenmek sessizce devletin en kilit noktalarını ele geçirmekti. Bu strateji uzun yıllar boyunca inceden inceye hayata geçirildi. AKP iktidar olduğunda “eski düzenin” unsurlarıyla mücadele ederken doğrudan bir biçimde Fettullahla ittifak halinde devleti dönüştürmeye girişti. Bu dönüşüm sürecinin çeşitli etaplardan geçtiği; 28 Nisan muhtırasına verilen tepkinin ardından hala bir sır gibi saklanan Erdoğan-Büyükanıt görüşmesinden sonra devreye sokulan Ergenekon ve Balyoz davaları AKP-Fettullah Gülen ortaklığının beraber yürüttükleri bir sürecin kapısını araladı. 

2010 Referandumunda 12 Eylül’ün tasfiyesi sosuna batırılarak sunulan Anayasa değişim paketi görüldü ki yargıyı ele geçirerek girişilecek bir iktidar oyununun en önemli olgusuydu. Ölüleri bile mezarlarından oy vermeye çağıran Fettullah Gülen’in desteği; Tayyip Erdoğan’ın kürsülerden 12 Eylül’de asılan insanlarla ilgili “gözyaşları” döktüğü bir kampanyayla sol liberalleri ve kısmen Kürt hareketini yedekleyen eski rejimin tasfiyesi süreci başlamış oldu.  

Askeri vesayetin tasfiyesi, halk iradesinin tecellisi gibi sunulan şey aslında bir iktidar oyunuydu. Siyasal İslamın iki güçlü fraksiyonu eski rejimi yıkma yeni bir devlet yapısı kurma noktasında kol kola vermişlerdi. Terörist diye tutuklanan Genelkurmay Başkanları; sahte suikast kumpaslarıyla kozmik odaya yapılan baskınlar, tutuklanan askerler ve tasfiye edilen ordu her şeyin göze alındığının açık göstergesiydi.  

Bütün bu tasfiye süreci yaşanırken AKP’nin başlangıçta yarattığı AB’ye katılarak Türkiye’yi demokrasiye kavuşturacak, Kürt sorununu çözecek ve Kemalist rejimi tasfiye edecek havası yavaş yavaş yerini otoriter faşist yönelimlerine bıraktı. 

Bütün bunlar yaşanırken bütün NATO ülkelerinde istihbarat örgütlerinin yeniden yapılandırıldığı; “iç düşmana” göre konumlanan eski yapıların tasfiye edildiği bir süreç yaşanıyordu. Bu aynı zamanda orduların rejimi koruma konusundaki rollerinin de yeniden tanımlanması anlamına geliyordu. 

Türkiye’de de benzer bir süreç ortaya çıktı. MİT o güne kadar ağırlıklı “iç istihbarat” üzerinden yapılandırılmış dış istihbarat konusunda ise CIA’nın bir uzantısı olarak örgütlenmişti. İstihbaratın en önemli ayaklarından biri olan GES Komutanlığı’nın MİT’e devredilmesi MİT’in bölgesel operasyon gücü haline getirilmesi devlet kurumlarının örgütlenmesi açısından büyük bir değişim anlamına geliyordu.  

Bunun yanısıra giderek profesyonel askerlik yoluyla Ordu’nun değişimi; geleneksel yapının dağıtılması çok kutuplu dünyanın karmaşıklaşan sorunlarına müdahale edebilecek daha esnek örgütlenmelerin devreye sokulmasına yol açacaktı. Artık rejimin göbeğinde kısmen “bağımsız” yeni bir güç odağı olarak istihbarat örgütlenmesi oturacaktı. Bu bölgesel operasyonların hatta dış politikanın “güvenlikçi” bir anlayışla ele alınması demekti. 

15 Temmuz Fettullahçı kalkışmada MİT’in oynadığı rol bu açıdan kilit önemdedir. Bir darbe girişimiyle Fettullah Gülen hareketinin tasfiye edilmesi, darbenin üstündeki sis perdesi hala varlığını sürmekle birlikte, devlet içindeki diğer bir gücün baskın hale gelmesine yol açmış durumda.  

İslamcı Faşizmden Çıkışın İmkanları 

15 Temmuz sonrasında devletin dönüşüm süreci hızlanmış; siyasal İslamcılıkla milliyetçi hareketlerin ittifakı belirleyici hale gelmiştir. 12 Eylül’le birlikte MHP, BBP gibi milliyetçi partilerle AKP gibi İslamcı partilerin birbirine yakınlaşmasının daha kolay hale geldiği söylenebilir. Bugün devlet İslamcı milliyetçi kesimlerin ortak ittifakıyla yeniden inşa edilirken aynı zamanda siyasal alanda tarihin gördüğü en gerici ittifakın desteğini arkasına alıyor. Bu desteğe karlarına kar katan burjuvazinin ve devlet eliyle palazlandırılan yeni sermaye sınıfının da hoşnutluğunu eklemek gerekiyor. 

Özetle; iki kutuplu dünyanın sona ermesiyle beraber yeni bir dünya konjonktürü ortaya çıkmış ve devletler bu duruma bağlı olarak yeniden yapılandırılmıştır. Türkiye’de bu değişim ve dönüşümden kendi özgün yönlerini de dikkate alan bir dönüşüm süreci yaşamaktadır. Bu dönüşümün uluslararası emperyalist-kapitalist sistemin gereklerine göre ve yine uluslararası sermayenin bir uzantısı olarak varlığını sürdüren yerli egemen sınıfların çıkarları doğrultusunda yaşandığı unutulmamalıdır. 

Bugün siyasal İslamcı faşizm olarak adlandırdığımız tek adam rejimi hem tarihsel olarak devraldığı sömürge tipi faşizmin temel öğelerinin sürdürücüsü, hem de yeni dönemdeki gelişmelere paralel olarak yeniden yapılandırılan devletin bütün katmanlarında gücünü pekiştirmiş durumdadır.  

Bütün bu gelişmelerin sonunda gelinen yer parlamenter demokratik sistemin tümüyle ortadan kaldırıldığı, halkın büyük çoğunluğunun açlık ve sefalete sürüklendiği, ancak toplumun en geri unsurlarının, tarikatların, cemaatlerin, çetelerin ve emperyalist güçlerin desteğiyle ayakta durabilen, yıkılmaya mahkûm çöküşe doğru sürüklenen bir düzenden başka bir şey değil. 

Aslında bütün dünyada da emperyalist kapitalist sistem benzer bir çöküş süreci içinde. Dünyanın her yerinde benzer özelliklere sahip, savaş, ölüm ve yıkımlardan başka bir şey getirmeyen totaliter, baskıcı, anti demokratik-faşist rejimler yaşanıyor.  

Dünya çapında sosyalist sistemlerin çöküşü sonrasında emperyalist kapitalist sistemler de bir çöküş sürecinde; daha özgür, daha aydınlık, gerçekten yeni bir dünya düzeni arayışının sancıları içinde…